Merhaba uzay meraklıları

Hoş geldiniz ve umarım istediğiniz bilgiyi bulabilirsiniz

1 Aralık 2011 Perşembe

Sibirya ufo kazası

Sabahleyin tan 7.17’de bir ateş küresi gökyüzünü yarıp hızla üzerlerinden geçti ve kayboldu. Hemen arkasından korkunç patlamalar duyuldu , kavurucu bir sıcak dalgası bütün bozkırları kapladı. Patlama merkezinden 900 kilometre uzaktaki İrkutsk şehrinin sismografya aletleri bir saat boyunca durmadan sallandı ; bozkırdaki göçebe toplulukların , geyik sürülerinin büyük bir kısmı , en küçük bir iz bile bırakmadan , bir anda ortadan kayboldu.
Daha sonraki günlerde Sibirya’nın ve Avrupa’nın bazı bölgelerinde esrarengiz bir ışık geceleri aydınlattı: Londra’ da sabaha karşı sokaklarda rahatça gazete okunabildi ; Rusya’da , Batı Avrupa’da ve Kuzey Afrika’da gökyüzü haftalarca garip şekilli , altın renginde bulutlarla kaplandı. Bilim adamları , bütün bu olayların dev bir göktaşının düşmesinden ileri geldiğini açıklayarak , yoruma yer bırakmadılar.
Aradan yıllar geçti , olay unutuldu. Yine de bir çok bilim adamı bu göktaşı olayını daha yakından araştırmak gereğini duyuyorlardı. 1927 yılında Leningrad Madencilik Müzesi görevlilerinden Prof. Leonid Kulikin yönetimindeki bir keşif kolu olay bölgesinde ilk araştırmalara başladı. O günden hayatta kalanlar sorguya çekildi ; göktaşının izleri aranıldı, hiçbir şey bulunamadı . İyimser bir yoruma göre , göktaşı bir bataklığa düşüp kaybolmuştu. Bataklık düşüncesi ilkin Kulik’e de olumlu geldiyse de araştırmalar ilerleyince görüşünü değiştirmek zorunda kaldı ; bütün dikkatini ortalığı kasıp kavuran yangının izlerine verdi.
Düşüş merkezine yaklaştıkça bitkiler çok belirli bir şekilde azalmaya , kaybolmaya başlıyordu. 10.000 km2‘lik bu bölge bu gün bile tamamen kurak kalmıştır. Araştıra araştıra bataklık bir arazide değişik boyda deliklere rastlanıldı. Toprak tarandı , 35 m. derinliğe kadar inildi , uzun bir incelemeden sonra toprağa karışmış mikroskobik denebilecek demir ve nikel parçaları bulundu.
1927’de başlayan araştırmalar aralıklı olarak son yıllara kadar sürdü ve 1960’ta elde edilen sonuçlar radyoaktivitenin bütün bölgede normalden üç kat daha üstün olduğunu gösterdi. 1950 yıllarında SSCB Bilim Akademisi Fizik ve Kimya Enstitüsünden Mikhail Tsikulin ve Vladimir Rodionov , olayın , çok büyük bir kozmik nesnenin yarattığı balistik tepkiden doğduğunu öne sürdüler . Görüşleri kuramsal hesaplara dayanan ikili, 30 ile 100 m. çapında , saniyede 10 ile 50 kilometre hızla hareket eden bu nesnenin bir atom bombası kadar etkili olabileceğini ileri sürüyordu. Şu var ki bu tür bir patlamanın 200 m. derinlikte , 100 m. çapında bir krater meydana getirmesi gereklidir. Tsikulin ve Rodinov buna da bir karşılık buldular : Krater görüşü kabul edilirse , bu patlama merkezinde değil, daha uzaklarda , kuzeybatı da ve araştırmaların uzanmadığı bir bölgede aranmalıdır.
Görüş uzun süre tartışıldı , sonunda göktaşı savını destekleyen Göktaşı Komitesinin bilim sekreteri Evgeni Kynov , kozmik nesnenin atmosferde eriyen kocaman bir buz parçası olduğunu açıklayınca , krater yada iz arama konusu kendiliğinden ortadan kalktı.
Aslında bütünüyle kuramlara dayanan bu görüşler yeterli , açıklayıcı olmaktan çok uzaktı ve Sibirya’da ki patlama çözülmemiş bir esrar durumundaydı.
4 mayıs 1959 tarihli London Daily Express gazetesinde çıkan bir haberle dünya yeniden bu konuyla ilgilendi. Gazetede şöyle yazıyordu:
“ 51 yıl önce başka bir gezegenden dünyamıza gelen uzay gemisiyle ilgili görüşler Sovyet bilim adamları arasında geniş tartışmalara yol açmıştır. Moskova’da hazırlanan bir keşif kolu hala Sibirya ormanlarında çalışmalarını sürdürmektedir. Sovyet bilim adamlarının üçü , Kukarhin , Krinov ve Fesenkov , göktaşı ihtimali üzerinde durmakla beraber olay kelimesini kullanmayı doğru bulmuşlardır. Prof. Alexei Kazantsev ile Prof. Lapunov ise Merih’ten gelme bir uzay gemisi görüşünü savunmaktalar.
Uzay gemisi görüşünü destekleyebilmek için yıllardan beri bilgi toplayan Kazantsev, Çek ve Polonyalı bilim adamlarına bu konuda bir açıklama yapmıştır...”
Olayın tarihçesini özetleyen London Daily Express , yazıyı şöyle sürdürüyordu :
“ Göktaşı görüşü Hiroşima’da ki atom patlamasına kadar savunuldu. Savaştan sonra Japon şehrindeki tahribatı karşılaştıran Kazantskev kesin bir açıklama yaptı ve Sibirya’da 2500 m. yüksekliğinde bir atom patlamasının yer aldığını açıkladı. Ancak bu düşünceyi kimse ciddiye almadı.
1951’de bu görüş Prof. Lamunov tarafından benimsendi, iki bilim adamı , yeryüzüne inmek isterken havada patlayan uzay gemisi üzerinde durdular. Olay yerine gönderilen keşif kollarının hiç biri göktaşı izlerine rastlamadığından tartışma hala sürmektedir.”
Aynı tarihlerde Avustralya’da yayınlanan Sydney Sun gazetesi , Çekoslovak dergisi Prace’den aktardığı bir haberi veriyordu:
Bir evren konuğu adlı kitabında , Sovyet aerodinamik uzmanı Manotskov Sibirya’da , patlamanın yer aldığı bölgenin yakınlarında konaklayan birçok kimsenin bilinmeyen, aslında radyasyon etkisindeki kişilerinkine benzer, hastalıklardan öldüklerini, patlamanın en büyük gücünün , atom patlamalarında olduğu gibi , merkezden çok uzakta yer aldığını açıklamıştır.” Yeni ve oldukça şaşırtıcı görüşlerin ortaya çıkması olayın incelenmesine yol açtı . Kulik‘in eski raporları bir kez daha gözden geçirildi ve ilginç bir nokta üzerinde duruldu : Olaya tanık olanlardan bazıları mantar şeklinde bir buluttan söz etmişlerdi.
1963’te jeolog ve fizikçi Solotow’un yönettiği bir araştırma komitesi Sibirya’ya gitti ve dönüşünde atom patlaması görüşünü bütünüyle destekledi.
Bu arada Priroda dergisi 80 görüşü sıralayan bir liste yayınladı. Geleneksel bilimin hala göktaşı düşmesi adı altında arşivlemek istediği bir olayla ilgili 80 tane görüş ortaya çıkmıştı.
Aşırıların çoğu , Rusya’da bile kabul edilmedi. Resmi yorum göktaşını unutarak , dünya ile bir kuyruklu yıldız çarpışması ihtimali üzerinde durdu. Buna karşılık Amerikan bilim adamları patlamanın nedenini bir miktar karşı-maddenin Dünya ile çarpışmasını kabul ederken , Genrich Altow-Walentina Schulawera ikilisi Leningrad’ın Swezda gazetesinde yayınladıkları bir incelemede , patlama nedeni olarak Kuğu takımyıldızlarından gelen büyük güçte bir lazer ışınını göstermişledir.
Bu arada şöyle bir görüş de ortaya atılmıştır :
“ Her şey olayın başka bir gezegenden gelen , pilot tarafından yönetilen ve patlamadan önce birkaç yüz kilometrelik düğüm yapan bir uzay gemisi tarafından meydana getirildiği görüşünü uyandırmaktadır.” ( SSCB Bilim Akademisi Raporlarından – Cilt 72 , Bölüm 4,5 1967 )
            Hürriyet 29.07.2002
30 Haziran 1908’de sabah 07:00 sıralarında Sibirya’daki Tunguska Nehri yakınlarında büyük bir patlama oldu. Bu o kadar büyük bir patlamaydı ki, 400 millik bir alan içinde hissedildi ve hasara neden oldu. Patlamadan yayılan sıcaklık yüzlerce mil öteden bile hissedilebiliyordu. Patlamayı takip eden birkaç gün boyunca Kuzey Avrupa semaları Londra sokaklarını aydınlatmaya yetecek derecede parlamaya devam etti. İlk başta dünyaya oldukça büyük bir meteorun çarptığı sanıldı.
Bölgenin yerleşim yerlerinden oldukça uzak olması sebebiyle kaza yerini araştırmak için ancak 1927 yılında bir sefer düzenlenebildi. Yapılan incelemeler sonucu bölgede bir meteora ait hiçbir iz bulunamaması araştırmacıları şok etmişti; çünkü sadece bir meteor bu büyüklükte bir patlamaya neden olabilirdi.
Araştırmacıları şaşırtan bir diğer nokta da, çarpışmanın olduğu arazideki ağaçların düşüş tarzıydı; bölgenin merkezindeki ağaçlar kabukları ve dalları hasarlı olmasına rağmen dimdik ayakta dururken, etrafındakiler dışa doğru eğilip devrilmişlerdi.
2. Dünya Savaşı sonrasında, bombalanmış olan Hiroşima ve Nagasaki şehirlerinin resimleri bu bölgeyle karşılaştırıldı: resimler şaşırtıcı bir benzerlik gösteriyordu.
Sonuç olarak, bir çok bilim adamı bu bölgede nükleer bir patlama meydana gelmiş olduğunu belirttiler; bu ağaçların durumlarını da açıklamaktaydı. O dönemde hiçbir ulus nükleer silahlara sahip olmadığı için, olayın nükleer güçle çalışan bir uzay aracının patlaması sonucu meydana gelmiş olabileceği sonucuna varıldı.
Kazaya tanıklık eden pek çok kişi olay günü gökyüzünde uçan, oval biçimli bir cisim gördüklerini ve cismin oldukça düşük bir hızla yön değiştirdiğini belirtmektedirler. Not:alıntıdır



22 Kasım 2011 Salı

galaksimiz

Galaksimizde Uygar Yaşam Olan Gezegen Sayısının Tahmini
İnce kenarlı mercek biçimindeki galaksimizin yarıçapı 50.000 IY(*) Güneş ise merkezden 27.000 IY uzaktaydı (Robert Julius, 1886-1956) 1998 Mart ayında gerçekleştirilen ince hesaplar sonucunda bu uzaklığın 23.000 IY olduğu saptandı.
Galaksinin kütlesi kesinlikle Güneş'in 100 milyar katından fazladır ve bazı tahminlere göre 200 milyardır. Orta bir sayı elde etmek için Galaksi kütlesinin Güneş'in kütlesinin 160 milyar katı olduğunu söyleyebiliriz.
Galaksinin kütlesi; yıldızlar, aydınlık olmayan gezegensel gökcisimleri, toz ve gaz bulutlarından oluşur.  Galaksideki yıldızların kütlesi, toplam kütlenin %94'ünü oluşturduklarını  söyleyebiliriz. (Örneğin: Güneş'in kütlesi, Güneş sisteminin %99,86'sıdır.) Galaksideki yıldızların kütlesini, Güneş kütlesinin 150 milyar katına eşit olduğunu varsayabiliriz. Güneş ortalama bir yıldızdır.Ancak gökcisimleri küçüldükçe olası sayıları da artacağından ortalama yıldız kütlesi, Güneş'in kütlesinin yarısı kadarsa, Galaksimizde 300 milyar yıldız bulunmaktadır. Her gördüğümüz yıldıza karşılık gözle göremediğimiz 50 milyon yıldız vardır.  Lokal Grup adı verilen "galaktik küme"de (Samanyolu, Andromeda, Macellan Bulutları) ~1,5 trilyon yıldız bulunabilir. (3 milyon IY'da) 1milyar IY ötelere kadar bu sayı 1 milyarı bulur. Son incelemelere göre evrenin yaklaşık 15 milyar yıllık olduğu belirlenmiştir. Bundan dolayı, gözlemlenebilir evrende 200 milyar galaksi bulunabilir.  Orta boyutta bir galaksi olan Samanyolu'ndan 100 kat daha fazla kütleye üye galaksiler bulunduğu gibi, yüzbinde biri kadar olan galaksiler de vardır.  Ortalama bir galakside 10^10 yıldız olduğunu varsayabilriz. Demek ki gözlemlenebilir evren içinde 2x10^21 yıldız var demektir. Buna göre milyarda bir teknolojik uygarlığın var olma olasılığı böyle bir evrende 2 trilyon farklı uygarlığın var olacağı anlamına gelmektedir. Daha önce sözünü ettiğimiz sayıyla başlarsak:
I - Galaksimizdeki yıldızların sayısı: 320.000.000.000
Tek başına yıldız, yaşamın varlığını garanti edemez. Bunun için yıldız yakınında bir gezegen bulunmalıdır. Yıldız tarafından enerji verilen ve ısıtılan bu gezegende yaşam var olabilir. Onun için gezegen sistemini dikkate almalıyız. Güneş sistemimizin nasıl oluştuğunu saptayabilirsek, diğer gezegen sistemlerinin nasıl oluştukları konusunda bir takım sonuçlar çıkarabiliriz. Nebula hipotezine göre, her yıldızın bir gezegen sistemi olacaktır. Açısal momentum, ayrık bir gökcisminin ya da bir sistemin dönme eğiliminin bir ölçüsüdür. Açısal momentum iki şeye bağlıdır: Maddesel noktanın bir eksen ya da bir cisim çerçevesinde dönüş hızına ve dönüş merkezine olan uzaklığına. Bu sabite, açısal momentumun sakınımı yasası denir. Bu yasaya göre, uzaklık küçüldükçe, dönme hızı artar ya da uzaklık büyüdükçe, hız küçülür. Güneş, sistemin açısal momentumunun %2'sine iyedir. Geri kalanı sistemdeki diğer cisimlerde bulunmaktadır. %60'ı Jüpiter, %25' Satürn'e aittir.Eğer sistemdeki tüm gökcisimlerinin açısal momentumları Güneş'e lenirse -açısal momentumun sakınımı yasasına göre- Güneş, ekseni çevresindeki dönüşünü yarım günde tamamlayacaktı! Salınım yapan her yıldızın gezegenleri olduğunu ileri sürmek ne derece doğrudur? Sirius'un salınımı, Güneş'e benzer bir yıldızdan kaynaklanır. 61 Cygni, Barnard, Ross 614 ve Lalande 21185 'te salınımlar gözlendi. Gezegen sistemlerini tüm yıldızların %93'ünü ağır dönen yıldızlarla sınırlayacak olursak:
II - Galaksimizdeki gezegen sistemlerinin sayısı: 297.000.000.000
Büyük bir yıldızda ekosfer (yaşam koşullarını sağlayacak uzaklıktaki kabuk) çok daha uzak olacaktır. Gezegenimiz dev yıldızın çevresinde, -Isaac ASIMOV'un örneğine göre- 366 milyar Km. uzakta olduğunu düşünürsek (Pluton'un Güneş'ten uzaklığının 62 katı) yıldız çevresindeki dolanımı 14.500 yıl olacaktır. Dairesel görünmeyecek kadar olan bu uzaklıktan bile Güneş'in dünyamıza verdiği kadar ısı ve ışık verecektir. Güneş'ten sönük görünmesine rağmen morötesi ve x-ışınlarının akışı yaşam için öldürücü olacaktır. Ayrıca, gezegenin konumu atmosferinin kalınlığını ayarlayarak çözümlenemeyecek bir sorun. Bir yıldız, tüm varlığı süresince yaşam için elverişli değildir. Önce, nükleer ateşlemelerin merkezinde başlayacağı noktaya dek yoğuşmalıdır, ancak ondan sonra yayınlamaya başlar. Sonuç olarak, yoğuşma dengeli bir safhaya ulaşır ve radyasyon, belli bir en üst sınıra vardıktan sonra orada kalır Buna yıldızın normal hali denir. Gördüğümüz yıldızların %98'i bu haldedir.Bir yıldız da ancak normal haldeyken yaşama hizmet edebilir.  Güneş, normal hal süresinin henüz yarısını bile tamamlamamıştır. Güneş'ten 70 kat büyük olan dev bir yıldız korkunç yerçekimine dayanabilmek
için aşırı oranda hidrojen tüketecektir ve normal halde kalabilme süresi en çok 500.000 yıl sürecektir. Bu süre, insan ömrü için çok uzun olmakla birlikte yaşamın uygarlık düzeyine çıkabilmesi için bir gezegenin 5 milyar yıllık bir zamana gereksinimi vardır. Dolayısıyla Güneş'in 1,4 katından daha büyük kütleli bir yıldızın yaşamın gelişmesine hizmet edemeyeceği sonucuna varılabiilir. Öte yandan Güneş'in 1/16'sı kadar olan cüce bir yıldız, (Jüpiter kütlesinin
65 katı ya da 150.000 Km çapında olacaktır) Dünyamızın, bu yıldızın merkezinden 300.000 Km. uzakta onun çevresinde döndüğünü varsayarsak, gezegenimizin bir yılı 1,1 saat kadar olacaktır. Alınan enerji biraz faklı olacak ancak bu yıldız, Dünya'dan Güneş'in 3.000 katı büyüklükte görünecektir! Hiç morötesi ışık veremeyecek olan bu cüce yıldız, pek az görünür ışık verecek ve enerjisinin çoğu kızılötesi ışık durumunda olacaktır. Güneş'in Dünya üzerindeki etkisinin, Ay'ın Dünya üzerindeki gelgit etkisinin %46'sı kadardır. Ancak bu cüce yıldızın kütlesinin, Güneş'in kütlesinin 1/16'sı kadar olmasına karşın, bunun yer üzerindeki gelgit etkisinin 150.000 katı olacaktır. Bu etkiyle cüce yıldızın ekosferindeki gezegenimiz sonunda dönüşünü durduracak ve bir yüzü tamamen yıldıza bakacaktır. Böylece gezegenin her iki yanında sıvı su kalmayacaktır. Alacakaranlık kuşağında bile, yıldıza bakan yüzeyindeki sıcaklık dolayısıyla atmosfer kaybolacak, yaşanmaz duruma gelecektir. Sonuç olarak M2 tayf sınıfından küçük yıldızları (cüce yıldız) devre dışı bırakabiliriz.
O halde F2 (Güneş'in 1,4 katı) ve M2 (Güneş'in 0,33 katı) tayf sınıfları arasındaki yıldızların yaşam süresi zekanın oluşmasına fırsat verecek denli yeterlidir. Bu aralık içindeki yıldızlar "Güneşimsi Yıldızlar"dır ve galaksimizdeki oranı %25 kadardır.
III - Galaksimizdeki Güneşimsi yıldızların çevresinde dönen gezegen sistemlerinin sayısı: 75.000.000.000**
Güneşimsi ikiz yıldızın birbirine yakın bir şekilde bulunması, herhangi birinin çevresinde yerimsi bir gezegenin dolaşması şansını azaltır. Bugün ise beş hatta altı yıldızlı sistemler bilinmektedir. Çoklu sistemlerin, yaşamın gelişmesine bir katkısı olmayacaktır. Eğer sistemimizin oluşumu sırasında Jüpiter'in kütlesi 65 kez daha çok olsaydı bu kütle kaybı Güneş için pek önemli olmayacak, bugünkü görünümünü koruyacaktı. Jüpiter de soluk kırmızı, cüce bir yıldız olacaktı ve böylece
Güneş de ikili bir sistemin parçasını oluşturacaktı.Galaksimizdeki yukarıda sözünü ettiğimiz 75 milyar yıldızı gruplandırırsak;
30 milyarı (%40) tek yıldızdır.
25 milyarı (%33) cüce bir yıldızla ikiz oluşturur.
18 milyarı (%24) benzeriyle ikiz oluşturur.
2 milyarı (%3) dev bir yıldızla ikiz oluşturur.
Zekanın gelişmesi için gerekli yaşa ulaşmadan önce dev yıldız üstnova durumunda patlayacağından bu 2 milyar yıldızı hesaptan çıkarmamız gerekir. Eğer bir bulutsu iki yıldız durumunda yoğuşursa, iki yıldızın kalıntı
maddeler toplamakta tek yıldızdan daha etkin olabileceğini ileri sürebiliriz. Birinden kaçacak olan gezegen maddesi, diğeri tarafından tutulacaktır. Dolayısıyla sonunda iki yıldız oluşacak ancak hiç gezegen olmayacaktır. Robert S. Harrington'un hesaplarına göre; eğer güneşimsi bir yıldız ikiz bir yıldızın bir parçasıysa ve eğer aralarındaki uzaklık güneşimsi yıldızın ekosferinin en az 3,5 katıysa, o zaman yararlı bir ekosferdir. Yani bir gezegen, iki yıldızın ağırlık merkezinden, bu iki
yıldız arasındaki açıklığın 3,5 katı kadar uzakta bulunursa, dengeli bir yörüngeye sahip olacaktır. Tek başına bütün güneşimsi yıldızların yararlı ekosfere iye olduğunu varsayabiliriz (Yaklaşık 30 milyar yıldız).
Benzeriyle ikiz oluşturan güneşimsi yıldızların üçte biri (6 milyar), bir cüce yıldızla ikiz oluşturan ikizlerin (cüce bir yıldızın gerek yerçekimi, gerekse radyasyon açısından bir gezegen sistemini etkilemesi olasılığı çok düşük
olacağından) bu tür güneşimsi yıldızların üçte ikisi (16 milyar) yararlı ekosfere sahiptir diyebiliriz. Buna göre;
IV - Galaksimizdeki yararlı ekosfere iye güneşimsi yıldızların sayısı: 52.000.000.000
Güneşimsi bir yıldız, yararlı bir ekosfere iye olabilir ama yine de yerimsi bir gezegenin bu ekosfere dönmesi olanaklı olmayabilir. 15 mlyar yıl önceki başlangıçta hidrojen ve az miktarda helyum vardı. Gazın hemen hemen tamamı, ilk oluşan küçük ve orta boyutlu yıldızların çevresinde toplandığından, galaktik merkezdeki yıldızlararası bölgelerde hemen hiç gaz yoktur.  Galaksinin merkezi bölgelerinin karakteristiği olan bu yıldızlar, II. yıldız topluluğu olarak adlandırılırlar. Bu yıldızlar büyük miktarda hidrojenle az oranda helyumdan oluşmuşlardır. Bu topluluk çevresinde oluşan gezegenler Jüpiter ve Satürn'e benzeyecekler ama su, amonyak, ve metan ve diğer maddelerden yoksun olacaklardır. Bu nedenle II. Yıldız topluluklarında yaşam için uygun gezegenlerin bulunması söz konusu değildir. Dev yıldızlar bakımından varsıl ve merkezi bölgeye göre yıldızların daha geniş bir hacme gelişigüzel dağıldığı galaksi eteklerine I. Yıldız topluluğu (Galaksi'nin bizim bölgemizdeki yıldızlar bu tiptedir.) adı verilir. Bu bölgeler, gaz ve toz bulutları bakımından varsıldır. Burada oluşan dev yıldızlar, normal durumlarında uzun süre kalmamışlardır. Gerçek devasalar birkaç yüz bin yıl, titanlar birkaç milyon yıl, küçük devlerse bir milyar yıl ayakta kalmıştır. Oluşumundan beri Galaksimizin eteklerinde 500 milyon üstnova patlaması oluşmuş olabilir. Bu patlamalar, uzayı karmaşık elementler bakımından oldukça varsıllaştırmış, yoğunluğu arttırmıştır. Ortaya çıkan kuvvetler, birtakım girdap ve sıkışmalar yaratarak yeni bir yıldız ve yıldız grupları oluşumunu başlatmış olabilir. Eski bir yıldızın ölümünden sonra ortaya çıkan bu yeni yıldızlar ikinci kuşak yıldızlar olarak adlandırılır. 5
milyar yaşında olan Güneşimiz de ikinci kuşak yıldızlarındandır. Yaşam oluşturabilecek güneşimsi yıldızlara bakarken, I. yıldız topluluğunun ikinci kuşaktan olanlarını dikkate alacağız. Galaksi merkezinin küçük bir kısmı dışındaki geniş dış bölgeler I. yıldız topluluğuna aittir. Galaksideki yıldızların %80'i merkezde sıkışmıştır, geri kalan %20'sinin ancak yarısı (toplamın %10'u) ikinci kuşak yıldızlardır. Ancak bunların çevresinde dönen yerimsi gezegenler vardır:
V - Galakside yararlı ekosferi olan II. kuşaktan I. topluluk güneşimsi yıldızların sayısı: 5.200.000.000
Gerekli olan, yalnızca yaşam oluşturacak bir yıldızın değil, aynı zamanda üzerinde yaşam oluşacak bir gezegenin de bulunmasıdır. 5,2 milyar güneşimsi yıldızın gezegenleri nerededir? Yıldızın sıvı suyun olabileceği ekosferinde hiçbir gezegen bulunmayabilir. Küçük gezegenler yıldıza yakın, büyükleri ise daha uzakta bulunurlar. NASA'dan Michael Hart'a göre, Güneş'in ekosferi 10 milyon Km. kalınlıkta olabilir ve Dünya'nın bu bölgede bulunması tam bir rastlantıdır. Bir gezegenin bu ekosfer içinde bulunma olasılığı kabaca 1,0'dir. Biz bu olasılığı yarısını alacak olursak;
VI - Galakside yararlı ekosfere iye olan ve bu ekosfer içinde bir gezegeni bulunan II. kuşaktan I. topluluk güneşimsi yıldızların sayısı: 2.600.000.000
Bir gezegenin, yıldızın ekosferi içinde olması yaşamın var olabileceği anlamına gelmemelidir. I. topluluk yıldızlarında bile hidrojen ve helyum dışındaki maddeler miktarca az olup büyük bir dünyanın oluşumunda kullanılamazlar. Bir gezegen, yaşamı sürdürebilmek için, bir atmosfer tutmaya yetecek ve bir yerçekimi alanı üretecek kadar bir kütleye iye olmalıdır. Ekosfer dahilinde Yer'in 0,4 katı kadar bir kütle yeterli olabilecektir. Uygun yıldızları çevreleyen uygun ekosferlerdeki dünyaların yarısının  -sistemimizin tüm evren için geçerli olduğunu düşünürsek- kütlece yaşanabilir olduğu sonucuna varılabilir. Böyle gezegenlerin gaz, sıvı ve katı durumunda yüzey sularına iye olma olasılıkları yüksektir, karakter olarak "yerimsi" olacaklardır.
VII - Galaksimizde yararlı bir ekosfere ve bu ekosfer içinde dönen "yerimsi" bir gezegene iye II. kuşaktan I. topluluk Güneşimsi yıldızların sayısı: 1.300.000.000
Bu koşullarda bile dış merkezli bir gezegen yaşam için uygun olmayacaktır.  Yine eğer gezegenin dönme ekseni, yıldız çevresinde dönüş düzlemine göre aşırı yatıksa, aşırı koşullar yaşamın var olma şansını azaltacaktır.  Atmosferin kalınlığı ve geçirgenliği, gezegenin yıldız çevresinde dönüş hızı da önemli bir etkendir. Sezgisel olarak her iki yerimsi gezegenden ancak birinin bütün önemli karakteristikleriyle yerimsi olduğunu varsayabiliriz.  Gündüzler ve geceler makul uzunluktadır, mevsimler aşırılıklara kaymaz, okyanuslar ne çok geniş ne de çok dardır, yerkabuğu jeolojik olarak ne çok dengesiz ne de çok atıldır.
VIII - Galaksimizdeki yaşanabilir gezegenlerin sayısı: 650.000.000
Bu demektir ki Galaksimiz' deki her 492 yıldızdan ancak biri yaşanabilir bir gezegene iyedir. Carl Sagan, Galakside bir milyar kadar yaşanılabilir gezegen bulunduğunu ileri sürmüştür. Yaşanılabilir gezegenler üzerindeki yaşam hakkında genelde akıllıca bir şeyler söyleyebilmemiz için, yeryüzünde yaşamın nasıl oluştuğuna ilişkin akla yakın bir şeyler söylemiz gerekir. Kendiliğinden üreme diye bir şeyin var olmadığı ve insanların gözlediği kadarıyla bütün yaşamın daha önce var olan başka yaşamlardan kaynaklandığı anlaşılınca, yaşamın yeryüzü üzerinde ya da başka gezegenlerde nasıl kaynaklandığına karar vermek güçleşti. Moleküllerin rastlantısal çarpışmaları ve rastlantısal enerji absorbsiyonu sonucu laboratuvarlarda oluşan değişimlerin, her zaman bildiğimiz yaşam doğrultusunda olması etkileyicidir. Bu deneyler (Stanley Lloyd Miller tarafından yaşayan dokuların şaşılacak kadar çeşitli temel molekülleri "kendiliğinden" üretildi.) yaşamın, bir takım kimyasal reaksiyonların sonucu olduğunu gösteriyordu ve yaşamın yeryüzünün ilk zamanlarında oluşmuş olması kaçınılmazdı. Aynı şekilde göktaşı incelemeleri, genelde, laboratuvar çalışmalarını desteklemiş, her şeye karşın yaşamın doğal, normal, hatta kaçınılmaz bir olgu olduğunu göstermiştir. Atomlar, en az şansa iye oldukları zaman bile, bizim yaşamımız doğrultusunda bileşikler üretmek üzere bir araya gelme eğilimindedir. Yıldızlar arası uzayda otuz kadar çeşitli türden moleküller saptanmıştır. Dış uzayda bile, oluşumun yönü, yaşam doğrultusunda görünmektedir. Yaşam, yeryüzünün ilk zamanlarında kendiliğinden başladı ve kanıtlara göre, bu iş kolayca gerçekleşti. Bu doğrultudaki reaksiyonlar kaçınılmazdı. Öyleyse yaşam, er ya da geç, üzerinde yaşanılabilir bir başka gezegende de başlayacaktır.
En eski Kambriyum fosilleri 600 milyon yaşındadır ve bu rakam insanı yaşamın yaklaşık olarak bu zamanlarda başladığı varsayımına yöneltmektedir. Gezegenimizin 4,6 milyar yaşında olduğunu bildiğimize göre, demek ki Dünya 4 milyar yıl boyunca yaşamsız var olmuştur. Amerikalı botanikçi Elso Sterreberg Barghoorn 1960'larda çok eski kayalar üzerinde çalışırken belli belirsiz karbon izleriyle karşılaştı ve araştırma sonucu bunların mikroskopik canlıların kalıntıları olduğunu gördü. Bu yaşamın bulanık kanıtları 3,7 milyar yıl öncesine dayanmaktadır. Yaklaşık olarak dünyamız 1 milyar yaşındayken yaşamın başlamış olabileceği sonucuna varabiliriz.
Güneş'in normal durumunda kalış süresi 12 milyar yıldır ve bu sayıyı güneşimsi yıldızlar için ortalama bir değer olarak alabiliriz. Eğer yaşam Dünya' da bir milyar yıl sonra göründüyse, demek ki tüm yaşam süresinin (12 milyar yıl) ancak %8'i geçtikten sonra başlamıştır. O nedenle üzerinde oturulabilir gezegenlerin, yaşam sürelerinin %8'i geçtikten sonra yaşam sahibi olabileceklerini söyleyebiliriz. O ve B tayf türü dev yıldızlar yaklaşık bir milyar yıl kadar sonra oluşmuşlardır. Aksi durumda şimdi, normal durumlarında kalamazlardı. Eğer yıldızlar son bir milyar yıl içinde oluşmuşlarsa, bu süre içinde oluşum durumundaydılar ve oluşmaktalar... 1940'larda Hollanda asıllı Amerikalı gökbilimci Bart Jan Bok galaksi eteklerinde az çok küresel biçimde bazı donuk, yoğun ve tek başına duran toz bulutlarına dikkatleri çekti. Bu bulutların yıldızlar ve gezegen sistemleri şeklinde yoğuşmakta olduğunu ileri sürdü. Sagan galaksimizde her yıl ortalama on yıldız doğduğunu kestirmişti. Öyleyse belli bir oranda yıldız oluştuğunu varsayarak; üzerinde yaşanabilir gezegenlerin yüzde x'i henüz yaşamlarının %x'ini harcamamışlardır. Buna göre, üzerinde yaşanabilir gezegenlerin %8'i ömürlerinin, üzerinde yaşam oluşması için gerekli olan %8'lik kısmını harcamıştır. Daha doğrusu bir milyar yıldan daha gençtir. Buna karşılık üzerinde yaşanabilir gezegenlerin yüzde 92'si, üzerlerinde yaşam gelişmiş olabilecek kadar yaşlıdır.
IX - Galaksimizde üzerinde yaşam bulunan gezegenlerin sayısı: 600.000.000
Yaşamın yeryüzünde varolduğu ilk 2 milyar yıl süresince, egemen türler bakteriler ve mavi-yeşil deniz yosunları olmuştur. Bu canlıların kimyasını ve üremesini denetleyen DNA molekülleri içeren açık seçik çekirdekleri bile yoktur. Evrim yavaş da ilerlese 1,5 milyar yıl kadar önce, yeryüzünde 2 milyar yıldır yaşam varken ilk çekirdekli hücreler ortaya çıktı. Bunlar
büyük hücrelerdi, daha yeterli bir kimyaları vardı ve öncekilere göre daha büyük oranda fotosentez yapabilme yeteneğine iyeydi. 700 milyon yıl önce, yaşamın yeryüzünde 3 milyar yıldan beri var olduğu sıralarda, atmosferde %5 oksijen bulunuyordu. Organik bir bileşiğin oksijenle birleşmesinden açığa çıkan enerji, aynı miktardaki maddenin oksijen kullanmadan parçalanmasıyla açığa çıkan enerjinin yirmi katıdır. Hücreler gruplaşarak organizmalar oluştu. Böylece çok hücreli organizmalar gelişti ve bunları desteklemek için sert dokular oluştu. Bunlar kolayca fosilleşebiliyordu.  Zamanımızdan 600 milyon yıl önce karmaşık ve ileri düzeyde çokhücreli yaşam serpilmişti. 4 milyar yıl, yani Yeryüzü'nün tüm ömrünün 1/3'i geçmeden bu tür karmaşık canlılar ortaya çıkmadı. Eğer bu, yerimsi gezegenlerin bir özelliği ise, gezegenlerin üçte biri, tek hücreli yaşamadan daha çoğuna iye olamayacak kadar gençtir. Kalan 2/3'si karmaşık ve çeşitli çokhücreli yaşama iyedir.
X - Galaksimizde çokhücreli yaşama iye gezegenlerin sayısı: 433.000.000
Bizler zeki yaşam aradığımıza göre bu sayı yeterli değildir. Yaklaşık 370 milyon yıl önce ilk bitkiler karaları istila etti. 4,25 milyar yıl boyunca ıssız ve ölü kalmış olan kara, kıyılarından yeşermeye başladı. Onlarca milyon yıl daha sonra bitkileri hayvanlar izledi. Böcekler ve örümceklerden sonra sümüklüböcek ve kurtlar ortaya çıktı. İlkel sürüngenler (ilk omurgalılar) tümüyle kara hayvanları olarak 275 milyon yıl önce oluştu. Bir başka deyişle Yeryüzü, ömrünün %36'sını yaşamış olduğu zaman varsıl bir yaşam ortaya çıktı. Öyleyse diyebiliriz ki, üzerinde yaşanabilir gezegenlerin %64'ü varsıl bir kara yaşamına iyedir.
XI - Galaksimizde varsıl bir kara yaşamına iye olan gezegenlerin sayısı: 416.000.000
~180 milyon yıl önce ortaya çıkan ilk memeliler, sürüngenlere göre daha zekiydi. 75 milyon yıl öncesinde gözleri ve beyinleri gelişen primatlar, 35 milyon yıl öncesinde iki gruba ayrılarak küçük maymunlar ve lemurlar ile gelişmiş beyinli iri maymunlar oluştu. Yine yaklaşık 600.000 yıl önce Homo Sapien gelişti ve 5.000 yıl kadar önce insanoğlu yazıyı buldu.  öylece yazılı tarih başlayarak Dünya'nın bazı bölgelerinde uygarlık çiçeklendi. Uygarlık ortaya çıktığında Dünya, 4,6 milyar yaşındaydı ve ömrünün yaklaşık %40'ını tamamlamıştı. Üzerinde yaşanabilir gezegenlerin %40'ının uygarlık geliştirebilecek kadar yaşlı olmadığı, %60'ının ise yeterince yaşlı olduğu anlamına gelir.
XII - Galaksimizde teknolojik uygarlığın gelişmiş olduğu gezegenlerin sayısı: 390.000.000
Uygarlığımız 5.000 yıl sürmüştür. İyimser bir şekilde Dünya durdukça bir 7,4 milyar yıllık süre içinde teknoloji düzeyimiz daha da gelişecektir. Uzay uçuşları gelişmeden önce uygarlığın ancak 1/1.500.000'i geçmekte ve geri kalan süre teknolojik düzeyin daha da gelişmesi içindir. Bir başka deyişle; Galaksimizdeki 390 milyon uygarlıktan ancak 260'ı bizim kadar ilkel geri kalanları daha ileri düzeydedir. Eğer bu 390 milyon uygarlık galaksinin I.  topluluk yıldızlarına düzgün bir şekilde dağılmışsa, iki komşu uygarlık arasındaki uzaklık ortalama 40 IY olacaktır. Uygarlık doğar, teknolojk ilerleme nükleer bomba düzeyine gelinceye kadar hızlanır ve bir patlamayla ya da bir ıstırapla sona erer. Kendi durumumuzu kıstas alarak diyelim ki üzerinde yaşanabilecek 12x109 yıl ömürlü her gezegende zeki türler 4,6 milyar yıl sonra ortaya çıkar, 600.000 yıl boyunca yavaş yavaş bir uygarlık oluşturur ve bu uygarlık birdenbire sona erer.  Gezegen, üzerinde artık uygarlık oluşamayacak şekilde tahrip olmuştur.  600.000, 12 milyarın 1/20.000'i olduğundan Galaksimizde 650 milyon yaşanılabilir gezegeni 20.000'e bölersek, bunlardan ancak 32.500'ünün 600.000 yıl periyodunda ve Homo sapiens 'e eşdeğer zekada bir türü gelişmekte olduğunu buluruz. İlk uygarlığın doğuşundan sonra uygarlığın Yeryüzü gibi bir gezegende kalma süresi, gezegenin yaşama evsahipliği etme süresinin 1/740'i kadarıdır. Bu demektir ki her 570 bin yıldızdan ancak bugün biri var olan uygarlığın üzerinde parlamaktadır. Buna göre;
XIII - Galaksimizde teknolojik uygarlığın şimdi var olduğu gezegenlerin sayısı: 525.000

Diğer biri:
Güneş Sistemimizin dışında yer alan ve ilk defa olarak gezegen olabilecek tüm şartlara sahip, yani Dünyamız gibi katı olan bir gök cismi keşfedildi! Geçen Ağustos ayında uzayda keşfedilen yeni bir gezegenle ilgili ayrıntılar yeni yeni ortaya çıkmaya başladı. 26 Ağustos 2004 unutulmayacak bir gün, Dünya dışında yaşam arayışlarında bir dönüm noktası oluşturuyor.
İlk kez bizimkinden farklı bir güneş sisteminde yer alan bir gezegende, yaşamı oluşturabilecek koşullar saptandı. Kütlesi, yıldızıyla olan yakınlık gibi... Veriler son derece uygun. Astronotlar bundan önce tam 122 kez bu tür bir girişimde bulunmuşlar ancak başarılı olamamışlardı
Gök cismi tam 123. gezegen
Bu "Süper Dünya"yı keşfeden ise yine 1995 yılında güneş sistemi dışındaki ilk gök cismini bulmuş olan Michel Mayor. Bu gezegenin kütlesi Dünya’nınkinin 14 katı olduğu varsayıldığından "katı" olma şansı yüksek.
Süper Dünya
Bunun şimdiye kadar keşfedilmiş olan ilk Süper Dünya olduğu varsayılıyor. Mavi gezegenimiz gibi bir çekirdek, katman ve kabuğa sahip olabilecek, güneş sistemi dışındaki ilk gezegen. Hatta burada su bile olabilir.
Ve işte asıl olağanüstülük de burada! Çünkü Dünya’da denklem basit: Suyun bulunduğu her yerde, diğer koşullar aşırı noktalarda olsa da yaşamın geliştiği bir gerçek. Şimdiye kadar Güneşimiz dışında, diğer yıldızların etrafında belirlenen gezegenler bu tür bir olasılık için fazla büyüktü: Kütleleri göz önüne alındığında gazlardan oluşmaları kaçınılmazdı ve bunlar suyu olmayan Jüpiter’i andırıyorlardı.
Mu Arae c adlı bu yeni gezegen, Dünya’dan 50 ışık-yılı uzaklıkta yer alan "Mu Arae" adlı bir yıldızın etrafında keşfedildi. Üstelik Mu Arae c’nin güney yarıkürede çıplak gözle görülebilmesi ise bir başka heyecan verici bir ayrıntı; Mu Arae c yıldızından 0.1 UA (Astronomik Birim- Dünya’yı Güneş’ten ayıran 150 milyon km’ye eşdeğer uzaklık birimi) uzakta; yıldızının etrafındaki turunu da 9.5 günde tamamlıyor.
Yeni bir yöntemi
Bu yeni gezegeni belirlemek için Michel Mayor’ın ekibi 1995’te uyguladığı yöntemi denedi. Yüksek teknolojili bir aygıt olan ve 2003 yılından beri yıldızların ışıklı spektrumunu kaydeden ESO teleskopunun içinde yer alan HARPS tayfçekerinden yararlandı.
Michel Mayor yıldızlar son derece parlak olduğu için mevcut aygıtlarla bunların etrafında dönen gezegenlerin görülmesinin mümkün olmadığını, bu nedenle en az dünyanın kütlesinin 7 katına sahip cisimleri saptayacak bir yöntemden yararlandıklarını kaydediyor. Bu kütlenin altındaki cisimler mevcut astronomi aletleriyle saptanamıyor.
İşte bu nedenle de uzay, bilim adamlarının güneş sistemi dışında 14 dünya kütlesine eşdeğer bir gezegen saptamalarından duydukları heyecan daha iyi anlaşılabiliyor. Sıra bu gezegeni örten sır perdesini kaldırmada...
Yeryüzünün temsilcisi mi?
Şimdiye kadar güneş sistemi dışında 123 gök cismini keşfetmiş olan uzay bilim adamları kütleler, yörüngelerin eğimi ve bu yeni dünyaların rotasyonuyla ilgili değişik verilere sahipler. Bu veriler o kadar değişik ki gözlemlediklerini açıklayabilmek amacıyla bizim güneş sistemimizden çok farklı gezegen modelleri geliştirdiler. Bu teorik modellerin amacı bu yeni dünyaların nasıl oluştuğunu belirlemek.
İşte tam da bu en çok benimsenen model Mu Arae’nin çevresinde dönen gezegenin Süper Dünya’nın ilk temsilcisi olabileceği umudunu doğurdu. Dünya kütlesinin 14 katı olan bu gezegen, yoğunluğu Dünya’nınkinin aynı olması koşuluyla 2.5 kat daha büyük bir çapa sahip olabilir. Bizim bildiğimiz değerin 14 katı olan yerçekimi kuvveti de görece düz ve "kaygan" bir zemine sahip olabileceğini gösteriyor. Yüksek dağlardan çok tepeler mevcut olabilir.
Gezegenin karbon dioksit gibi bileşenler, metan ve belki de hidrokarbür ve kükürtlü maddeler de içerebileceği ifade ediliyor. Bu yönüyle Dünya’nın ikizi olan Venüs’e benzeyebilir.
100 km. derinliğinde okyanus
Suya gelince, yıldıza yakınlığı göz önüne alındığında gezegenin sıvı durumda bir suya sahip olması zor, çünkü sıcaklık 700 dereceye yakın; ancak basınç yüksek olduğunda Ğatmosfer çok yoğun olduğunda böyle bir durum söz konusu olabilirĞ ya da gezegenin derinliklerinde su bulunması ihtimali söz konusu olabilir.
Şematik olarak bu gezegenin demir ve silikatlardan oluşmuş, aynı bileşime sahip bir katmanla çevrili bir çekirdek, kabuğunun ise su, karbon dioksit ve amonyaktan oluşmuş olduğu varsayılabilir. Tüm bunlar da yüz kilometre kalınlığında sıvı sulu bir okyanusla kaplı olabilir.
Gezegenin çapıyla karşılaştırıldığında oldukça ince, ancak derinliği sadece 10 km. olan büyük okyanus çukurlarıyla karşılaştırıldığında dev bir katman. Bu okyanusun dibinde tektonik plakalara, magmaya ya da kayalıklara rastlamak mümkün değil: Uçurumları buz katmanı örtüyor.
Bilim adamları bunun "klasik" bir buz olmadığını, örneğin 100 km.derinlikteki basıncın Dünya’da hissedilenin birkaç bin katı olabileceğini belirtiyorlar.
Bu durumda da su, karbon dioksit ve amonyak buzları sudan daha yoğun olacaklarından yüzeye çıkma olanakları olmayacak. Michel Mayor’un ekibinin keşfettiği gezegen hem kütlesi hem de yıldıza uzaklığı bakımından bir tür "okyanus gezegen" olabilir.
Süper bir Dünya, okyanus bir gezegen mi söz konusu? Mu Arae’nin etrafında saptanan gök cismi için bir başka seçenek de söz konusu: Göç sürecinden sonra yıldızlarına çok yaklaşmış olan Jüpiter kategorisinden dev gezegenlerden biri olma ihtimali.
Yaklaşma buharlaşırsın
Uzay bilim adamları gezegenlerin yıldızlarına çok yaklaşmaları halinde ‘buharlaşabileceklerini’ gösterdiklerini belirtiyorlar. Prensipte bu gezegenler yıldızlarından çok uzakta oluşuyor. Ancak yıldızı çevreleyen toz bulutu yeterince yoğun ise sadece birkaç yüz dünya kütlesi ağırlığına sahip Satürn ya da Jüpiter benzeri gezegen yıldıza yaklaşarak yavaş yavaş ağır gaz örtüsünü yitiriyor.
Birkaç milyon yıl içinde de sadece demir ve silikatlardan oluşmuş çekirdek kalıyor. Bu durumda Mu Arae gezegeni bir magma gezegenine benzeyebilir.
Ancak ortaya konulan modellere göre yıldızından çok uzakta gözüküyor. Çok uzak ve belki de daha az sıcak. Ancak bu durumda bile son derece spesifik basınç ve sıcaklık koşullarında suyun sıvı halde bulunabilmesi çok zor.
Bununla birlikte bilim adamları Dünya’da yaşamın uç koşullarda da var olabildiğine dikkat çekiyor.
Kesin olan şu ki Mu Arae potansiyel olarak yaşanılabilir gezegenler tarihinde yeni bir sayfa açıyor. Dünya dışında yaşamın izlerini sürebilmek için de sabırlı olup, Avrupa’nın "Darwin" uydusunun 2014’te uzaya gönderilmesini beklemek gerekiyor.
Darwin’in hedefi güneş sistemi dışındaki atmosferlerde yaşamın varlığının kanıtları olan ozon, su ve karbon dioksit aramak olacak.
Bir gezegeni görmeden yeri nasıl belirlenir?
Halihazırdaki gözlem cihazları uzaktaki bir gezegeni "görmek" için uygun değil: Yıldızı kendisinden birkaç milyon kat daha ışıklı olduğundan gezegen halesinde kaybolur. Uzay bilim adamları bu nedenle dolaylı gözlem yöntemlerinden yararlanır. Bunlardan en yaygını ise gezegenin oluşturduğu hafif çekim gücünün yıldızda neden olduğu titreşimi incelemektir. Böylece Jüpiter Güneş’i saniyede 12.5 m Dünya’yı ise saniyede 9 cm sallandırır.
Uzay bilim adamları "avlar"ının yerini belirlemek amacıyla yıldızın yaydığı tayf ışınlarındaki sapmayı ölçerler. Eğer yıldız bize doğru geliyorsa ışıklı tayfı maviye kayar, uzaklaşıyorsa kırmızıya. Bu tayfların zaman içinde değişim düzeni incelenerek gezegenin yörünge özellikleri hesaplanır: Asgari kütle, güneşine uzaklığı ve rotasyon periyodu.
En umut verici gözlem yöntemi ise 2006’da Corot’da kullanılacak olan sistem. Bu yöntem, gezegenin yıldız ile gözlem aygıtının ekseni arasından geçmesi umut edilerek yıldızdan elde edilen ışık oranının tam olarak hesaplanmasına dayanıyor. Böylece yıldız, gezegen ve gözlem aygıtının aynı çizgide bulunması şartıyla belki de Dünya büyüklüğündeki cisimlerin yerlerinin saptanmasını sağlayabilecek.


5 Kasım 2011 Cumartesi

temaslar

                                                               Uzaylılarla Temas
Kapışma: Dikili ilçesi Çandarlı beldesinde körfez üzerinde eğitim uçuşu yapan pilot yüzbaşı ve teğmen öğrencisinin bulunduğu 2. Ana Jet Üssü Komutanlığı 122.filoya mensup T-37 tipi eğitim uçağı havalandıktan bir süre sonra tanımlanamayan, ışık saçan piramit biçimindeki bir gök cismi ile karşılaştı.Yüzbaşı durumu hemen üsse bildirdi. Üs radarda UFO’yu önce tespit edemedi.... Yüzbaşı komutasındaki uçakla UFO arasında bir süre it dalaşı yaşandıktan sonra uçak uçuşunu keserek üsse döndü.UFO daha sonra, bir süre radarda takip edildikten sonra kayboldu. T-37 tipi askeri uçağın pilotları, UFO ile it dalaşına girdikleri bu önemli olayı üsse bildirerek resmi raporlara soktular.

Olay nasıl gelişti: . 5 Ağustos 2001 öğle saatleri Çandarlı hava sahasında yaşanan ve Türk Hava Kuvvetleri tarihinde, ilk defa deşifre olan olay şöyle gelişti..Öğlen 13 gibi, Çiğli Hava Üssünden kalkan 122. Filo’ya bağlı T-37 tipi eğitim uçağının pilotu öğretmen Üsteğmen İlker Dinçer ve Pilot Yüzbaşı, kalkıştan kısa süre sonra bir UFO gördü.
Üsteğmen Dinçer, uçağın dümenini, karşısında duran UFO’ya doğru kırdı. Pilotun ifadesine göre, UFO’da T-37 uçağının sağ kanadına doğru hareketlendi. Bundan sıyrılan Dinçer, gördüğü cismin etrafında daireler çizmeye başladı. Dinçer durumu telsizle İzmir’deki 2. Ana Jet Üssüne bildirerek UFO’nun radarla tespit edilmesini istedi. Üsten “sizin uçağınızda yüksek hareketlilik tespit ediyoruz. Ancak etrafta ikinci bir cisim saptanamıyor.” yanıtı geldi.

Pilotun Üs ile konuşması;
T-37 Uçağı; Mevkii Çandarlı açıkları, sıradışı bir durumla karşı karşıyayız!
Harekat Merkezi; Sorun nedir?

T-37 Uçağı; 12 istikametinde huni ile disk arası, piramite benzer, aşırı parlak, ayaklı ve süratli uçan bir cisim var.

Harekat Merkezi; Devam edin, konumu nedir?

T-37 pilotu; Bana baş kısımdan hızla yaklaşıyor. Bu nesneyi radarda derhal tespit edin. Daha önce böyle bir nesne ile karşılaşmadım.UFO olmasından şüphe ediyorum.
Harekat Merkezi; Sizin uçağınızda yüksek hareketlilik tespit ediyoruz ancak ikinci bir cisim saptanamıyor.
T-37 pilotu: Lövyeyi cisme doğru kırıyoruz.
Harekat Merkezi; Sizin dışınızda ikinci bir cisim tespit edemiyoruz.
T-37 Pilotu: Cisim üzerimize doğru geliyor.
Harekat Merkezi; Radar tespiti negatif.
T-37 Pilotu; Cisim kanatlara yaklaşıyor. Arkamıza geçti. Bende tono ile onu önüme alacağım.
Harekat Merkezi; Tekrar ediyorum. Ekranda tespit negatif.
T-37 Pilotu: Cisim şimdi önümüzde bu resmen bizimle hava muharebesi yapıyor.
Harekat Merkezi; Devam edin, şimdi cismi görebiliyoruz...
T-37: Cisim aniden olağanüstü bir hızla kayboldu.

SAVAŞ PİLOTLARI; “UFO’YU GÖRDÜK!”
Çiğli Hava Üssünden kalkan T-37 tipi eğitim uçağında bulunan diğer pilot yüzbaşı, daha sonra olayı tüm ayrıntıları ile üsse rapor etti...“Piramite benziyordu”
Bu olağanüstü olayda, Pilot yüzbaşı ve öğrencisi, Çandarlı körfezi üzerinde UFO ile burun buruna geldi. Pilot üsse, piramit şeklinde, aşırı süratli bir cisim bildirdi. Pilot, UFO’ nun üstüne kırdı. UFO ani bir manevra ile T-37’ nin arkasına geçti. Yüzbaşı, düşman uçağı ile it dalaşı yapar gibi UFO’yu tekrar önüne aldı. UFO aniden hızlandı ve olağanüstü bir süratle ortadan kayboldu. Bu yakın karşılaşma olayı 2 dakika kadar sürdü.
Pilotların ifadelerinde, piramit şeklinde UFO’nun boyutunun T-37 uçağının yarısı kadar, yaklaşık 5 metre olduğunu söylediler. UFO’yla öğle saatlerinde, 15 bin feet’te karşılaştıklarını ifade eden pilotlar yaklaşık 2 dakika temas halinde kaldıklarını bildirdiler. Pilot Yüzbaşı, telsizden üssün uçuş kulesindeki radar görevlisini tanımlanamayan bir cisimle karşı karşı oldukları yönünde uyardı.
Hava kuvetleri komutanlığından üst düzey bir görevli konuya ilişkin “Uçuş yapılmadan önce kordinatlar ilgili yerler bildirilir. Özellikle eğitim uçuşunda hava sahasına hiçbir aracın girmemesi gerekir. Ancak bu cisim farkedildiği anda radar kayıtlarına girmiştir.” dedi..
Sıkı inceleme: Üste pilot yüzbaşı ve teğmenin ayrı ayrı ifadelerine başvuruldu. Her iki görevlinin de olay konusunda aynı ifadeleri kullandıkları ortaya çıktı. Bunun üzerine yetkililer Hava Kuvvetleri Komutanlığına bilgi verdi. Hava Kuvvetlerinde üst düzey bir yetkili “Bu cisimleri inceleyecek teknik ekipmanımız mevcut olmadığı için, anlatımlar ve radar çıktısını NASA’ya göndereceğiz.” dedi.
Fakat daha sonra, Hava Kuvvetleri Genel Sekreterliği’ndeki yetkililer tarafından yapılan yazılı bir açıklamayla; ağız değiştirilerek, Pilotların gördüklerinin balon veya kuş sürüsü olabileceği yönünde açıklama yapılmış ve kamuoyu bu konuda yanıltılmaya çalışılmıştır...
Birleşmiş Milletler Haberalma Özgürlüğü Kanunu ve İnsan Hakları Beyannamesi gereğince, kamuoyunun bilgisine saygılarımızla sunarız...
SİRİUS
ANDROMEDA TAKIM YILDIZI İLE TEMAS VE UZAYLI KONUŞMA
Uzay araçlarıyla Dünya’mızı ziyaret eden varlık gruplarından biri 1972 yılı’nda bir üniversite profesörü, immünoloji araştırmacısı ve Meksika Atom Enerjisi Komisyonu’nun önde gelen üyesi olan Meksikalı bilim adamı Dr. R.N. Hernandez’le temas kurdular. LYA adlı temasçı kadın, Andromeda Takım yıldızı’ndaki INXTRIA gezegeninden geldiğini söylüyordu. Bu varlık, profesörle çok önemli bilimsel ve sosyolojik sorunları tartıştı ve ona son derece önemli bilgiler verdi, profesörü uzay gemisine götürerek Dünya’mızla ilgili çok ilginç şeyler gösterdi.
Bu özet yazı dizisi niteliğindeki bilgiler, başlangıcından profesörün ortadan “kaybolduğu” 1984 yılına dek yapılan temasları içermektedir. Bu özet bilgiler, yüzlerce sayfa günlük notlardan, stereo ile kaydedilmiş konuşmalardan oluşmaktadır.
Değerli okurlarımız; geçen ay başladığımız bu yazı dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

P: Onlar geldiğinde, dünyada yaşayanlar varmıydı?
L: Evet, Mısırlılar; şimdiki Nil Vadisi boyunca yerleşik durumdaydılar. Yeni gelenler kendi kendilerine yeterli olmayı öğrenmek zorunda kaldı. Her ırk birbirinden farklıdır; onun için de metabolizmalarını iyi bilmeleri gerekir. Japonlar ve Çinliler, giderek siyah ırklarınkinden farklı özellikler kazandılar. Başlangıçta, herşey çok iyi gidiyordu; fakat başarıyla başlanan bu proje, bir süre sonra sorunlar yaratmaya başladı. Daha sonra, sayıca çoğalan insanlar güçlendiler ve herhangi bir yeryüzü parçasının işgal edilmesi savaş nedeni olmaya başladı. Üstün uygarlıklar, savaşmayı en çok sevenlerin, sonunda gezegenin hakimi olacaklarını tahmin etmişlerdi, nitekim öyle de oldu. Dünya bir kez, çeşitli insanların kaynaştığı bir gezegen olunca, toplumsal içerikli sorunlar baş göstermeye başladı. Hep karmaşa içinde görünüyorlardı. Gezegeninizdeki birçok büyük adam, barışın ancak bir ütopya olabileceğine inanarak öldü. Bu büyük adamlar ilk klon (kış uykusuna yatırılmış) hücreleri taşıyorlardı. İleri uygarlıklar, her gruba bu hücreleri aşılamaya başladılar, böylece dünya insanında yaşamı sürdürme bilincinin uyanacağını umuyorlardı...
P: Siz bu, ‘klon yöntemi’ denen şeyi nasıl keşfettiniz?
L: Galaksilerarası toplumda ne zaman önemli, bilge ya da cesur bir kişi ölüm tehlikesiyle karşılaşsa, ona gelirler ve hücrelerinden birini kullanırlar; böylece, her türlü zayıflığın giderildiği yeni bir varlık meydana getirirler.


P: Bunu niçin yapıyorlar? L: Kuşkusuz, bilgisini saklayabilmek ve koruyabilmek için.
P: Bunu başarabildiler mi? L: Şimdi evet, ama ilk başlarda ancak bir melez elde edebilmişlerdi. ‘Melez’ diye adlandırıyorum; çünkü, onun hücreleri artık bir daha klon görevi yapamıyordu.
P: Peki, yaşamın amacı nedir, LYA?
L: Manyetik enerji olan kendisinin, antitezini açıklamakta karşılaştığımız karışıklığı yenmektir. Bu savaş, bireyin içindedir. Yanlışları ve kusurları düzeltmek, meziyetler yaratmak için yapılır bu savaş... Yaşam, az önce de belirttiğim gibi, ilke olarak elektromanyetik bir anımsama fazıdır. Yani, siz doğduğunuzda; herşeyi yoğunlaştırılmış bir biçimde belleğinize yerleştirilmiş olarak doğuyorsunuz. Yaşamınızı dengeli bir biçimde sürdürebilmek için mücadele veriyorsunuz. Zekanızı öyle bir düzeye yükseltmelisiniz ki; belleğiniz, varolabileceğiniz süreyi uzatmaya yardımcı olsun. Bu da bazı duygulara ve özelliklere karşı savaşmakla olanaklı hale gelir. Böylece, içinizde gerçek bir savaş başlar.
P: Buna ‘pozitifizm’ diyebiliriz belki?
L: Hayır, daha sakin bir ruh halidir. Buna eriştiğinizde, kendinizde ilginç fenomenler keşfedeceksiniz. Gerçek huzura erişmiş bir insan, huzursuz bir insana göre farklı bir enerji alanına sahiptir. Bazıları, içlerinde büyüyen bu canavarın kendilerine hükmetmesine izin verirler, bazıları teslim olur ve mahvolurlar, bazıları ise karşı çıkar ve kazanırlar. Üstün uygarlıklar tarafından kurtarılmaya layık görülmeniz, bu konuda sergileyeceğiniz başarılara bağlıdır.
“Bana bazı kehanetlerden sözedecektiniz...” diyerek, değiştirdi konuyu profesör.


L: Kehanetlerden hoşlanır mısınız? P: Evet.

L: İşte bu da gezegeninizde yaşayanların ortak bir özelliği. Gelecekte olup bitecekleri öğrenmek istiyorlar. Bu arzu sizin beyninizde programlanmıştır. Çünkü, Dünya insanı eskiden, şimdiye göre çok daha ileriyi görme yeteneğine sahipti. Bu özelliği yeniden kazanmanız; ancak, karşılıklı sevgi ve yardımlaşma dengesini kurarak mümkündür.
P: Ne söylemeye çalışıyorsunuz?


L: Öğrenmeyi; ancak, kendinizi tümüyle yok etmezseniz başaracaksınız. P: Nasıl ?
L: Bakın, sizin ölçünüzle 2015 yılında, sesten enerji elde etmeyi başaracaksınız. Ses size, ummadığınız ölçüde güç kazandırabilir. Ancak, sözkonusu olan, ayarlanmış ses titreşimleridir. Bu titreşim bir keman, gitar flüt ya da orgun akordu gibi olmalıdır. Titreşimsel müzik ile müthiş şeyler yapılabilir. Bizim dünyamızda müzik, çevrede ne türde bir enerji bulunuyorsa, bunun aktifleştirilmesi için varolan bir hazinedir. Daha da ilginci; ses enerjisi, bedenleri ve kadavraları saklamak için kullanılır. Ses ile, iklimi kontrol etmek de olanaklıdır. Ancak, yanlışlık yapmamak için çok dikkatli bir biçimde, tek bir titreşimden ibaret ve yeterince ince olan bir ses kullanılmalıdır. Ses, içinde oturanlara hiç bir zarar vermeksizin, konutların ısıtılmasında da kullanılır. Ses aynı zamanda yenilmez bir silahtır. Çünkü yeterince yüksek ve tiz sesler depreme neden olabilmektedir.
 

P: Depremlerin sebebi nedir? Yer hareketlerine bir çözüm bulabildiniz mi?
L: Dünyadaki kara kütlesi parçalanıp, yeni kıtalar oluşunca, bu kıtalar dağıldı ve sizin deyiminizle, yanlış kutuplar oluştu. Biz buna ‘enerji kaybı’ diyoruz. Yerin bileşim maddeleri arasındaki denge, metaller arasındaki dengeye de aynen yansıdı: Cıva, demir, uranyum, petrol vb. gibi... Aynı durum beşer bünyesindeki minerallerde de geçerlidir. Bunlar dağılırsa, yer küre doğal enerji absorbe edemez. Bazı gezegenler, büyük felaketleri ve can kaybını önlemek için oldukça basit bir formül buldular. Belirli kalınlıktaki çok büyük iğneler hazırladılar. Bu iğnelerin bileşim maddeleri şunlardı: Bildiğiniz tüm mineraller, ayrıca oksijen, hidrojen, bakır, minerallerin sürtünmesi sırasında açığa çıkan enerjiden kaynaklanan bir madde, bir de sizin bilmediğiniz ve bizim ‘tuxuin’ dediğimiz bir madde. Bu iğneler sismik hareketleri nötralize etmekte kullanıldı. Eğer bu ‘hareketi’ nötralize edebilirseniz, yer hareketlerini de önlemiş olursunuz. Yukarıda bileşim maddeleri verilen büyük iğneler, bir depremden önce ortaya çıkan enerjinin kullanılabilir hale dönüşmesini sağlar. Böylece, bir taşla iki kuş vurulmuş olur. Yani, hem sismik hareketler en aza indirgenir, hem de enerjinin büyük bir miktarı yoğunlaştırılır. Enerji dalgaları yüksek ‘teluric’ yerlere yerleştirilmiş iğnelerin çekim ve absorbsiyonu yolu ile toplanır. P: İşinizi seviyor musunuz?

L: İş mi? Gezegenimizde bizler, yıldızlar bilgisini incelemek üzere yetiştiriliriz ve en büyük aşkı bilgiye karşı duyarız. Parolamız, ‘BİLMEK’tir. Zihinlerimiz bilgiyi kabul edecek şekilde donatılmıştır ve toplumumuzun kaderi budur. Bilgi edinerek, sayısız avantajlar kazanırız.
P: Bizim sistemimizi de incelediniz mi?
 

L: Evet, güneş sisteminizi ilk incelediğimizde, 16 gezegen saymıştık. Ama daha fazla sayı da olabileceğini tahmin ettik; çünkü, ortalama bir yıldız yörüngesinde yaklaşık 32 gezegen bulundurur. Bunlardan sadece ilk 10 ya da 12 tanesi yörüngedeki fazlarına göre, yıldızdan enerji alabilir. Bu enerji, o gezegeni kendi enerji rehberi içinde çevreler.
P: Enerji rehberi nedir?
 

L: Yıldızın, gezegenlerine hareket vermek için yayınladığı enerjidir. P: Anlamadım.
L: Açıklayayım: Enerji enerjiyi çeker; çünkü, aynı özellikleri taşırlar. Eğer güneş, enerjisini ısı şeklinde yayınlamışsa, bu enerji aynı şekilde yıldıza geri döner. Bu, gezegenlere rehberlik yapan bir alışveriştir. Güneş, tüm gezegenleri güçlü bir şekilde çeker. Bu çekim gücü olmasaydı hareket edemezlerdi.
P: Bizim gezegenimiz, güneşte meydana gelen değişikliklere karşı koyuyor mu?
L: Evet, eğer güneş enerjisi azalırsa ya da artarsa, dünyanız buna karşı koyar. Bir gezegen için enerjinin yoğunluğu ve dalgalanması da önemli faktörlerdir. Sıcaklık ve basınç, varoluşu ya da varoluştan sapmaları tayin eden en önemli faktörlerdir. Bunların değişmesi, sözkonusu gezegenedeki yaşamı da değiştirir.
P: Bizim dünyamızda henüz canlılar yaşamazken de onu biliyor muydunuz?
L: Dünyanız yaratıldığından bu yana, yüzlerce dairesel devre boyunca yörüngesinde kaldı; bu süreç içinde bir noktada biz sizlerin kozmik bağlantınız olmaya başladık. Atalarınız bizim varlığımızdan haberdardılar. İçlerinden bazıları, klon yöntemi ile üstün uygarlıklarda yaşayabilme olanağı bile bulmuşlardı.
P: Eski insanlar Dünyada atom hakkında bilgi sahibi miydiler?
L: Evet, ama; onu olur olmaz şekilde kullanmamak için önlem almışlardı. Ancak, her zaman olduğu gibi, şimdi toplumunuzda da bulunanlara benzer bazıları, onu sorumsuzca kullandılar. Şimdi, elinizi alıcıya koyun ve isterseniz, dünyadaki güçlerden herhangi birinin silah deposunu görün.
P: Elimi alıcıya yerleştirdim ve termonükleer silah depolarını, beni aptallaştıran bir açıklıkla gördüm.
L: Bunlara ‘füze’ diyorsunuz. Eğer, tüm bu enerjiyi yoğunlaştırıp, bir damlasını bir uçak motoru içine koyabilseydiniz, bu; o uçak motorunu 100 yıl kadar yere inmeden çalıştırmaya yeterdi. Siz atomu öylesine keyfi ve sorumsuz şekilde kontrol ediyorsunuz ki, gelişmiş toplumlarınızdakilerin de çok iyi bildiği gibi, insan günlerini, bir hata yapılmaması umuduna sığınarak geçiriyor.
 

P: Sizin bir atomik nötralizatörünüz var, değil mi?
L: Evet ama, bizim onu; toplumların silahlarına karşı kullanmamız yasaktır. Denizlerdeki atomik çarpışmaları, sırf denizledeki bitki örtüsü ve deniz hayvanlarını kurtarabilmek için nötralize ettik. Bunu biliyorsunuz. Ama bunu her zaman yapamayız. Bunu, yaşama duyduğumuz saygıdan dolayı yapıyoruz. Bu, ilerlemiş tüm ana uygarlıkların, tüm gezegen ve toplumlara verdiği bir garantidir. Ama siz bana, eski toplumların atomu kullanmayı bilip bilmediklerini sormuştunuz, değil mi?
P: Evet. L: Pekala; piramitler, aslında göründükleri gibi değildirler. Bunların aslında ne oldukları ve niçin inşa edildikleri, dışlarından belli olmaz. Piramitler bir, eşkenar dörtgen prizma oluştururlar. Piramidin tam ortası toprak düzeyinde ve alt kısmı toprak altındadır. Piramitle ilgili birçok şey dış uzaydan gelen varlıklarla bağlantılıdır. Bunun nedenini biliyor musunuz? Bu suretle, öteki gezegenlerde de enerji birikimine ait bilgilerin varolduğu gösterilmek istenmiştir. Piramitlerden birinin gövdesine yerleştirilmiş olan bilgiler size, başka gezegenlerden gelen v ebilgi yaymakla görevlendirilenlerin hangi yoldan geçtiklerini gösterecektir. Her bir piramidin biçimi, uygarlığınızın bilgilerini ve ilerleme yolunu temsil eder. Bunun için gezegenin her yanında çeşit çeşit piramitlerle karşılaşırsınız...


P: Bugüne kadar ki yaşantım boyunca, yaşam hakkında öğrendiklerimden çok daha fazlasını sizden öğrendim ki bunlar benim için esin kaynağı oldu. Şimdi, izin verirseniz, öğrenmek istiyorum: Dünyayı bekeleyen daha büyük tehlikeler mi var? Gezegendeki yaşamın tehlikede olmasının nedeni, insanın...
L: Yaşam değil, profesör... İnsanın kendisi, politik, sosyal ve ekonomik yazgısınn nedenidir..Bakın, güneş nasıl da ağır ağır batıyor. Bunu aldırmazlıkla gözlersiniz. Çünkü, nasıl olsa her defasında, ufkun altından dolanıp, geri geleceğine eminsinizdir. Güneş, galaksi içindeki yolunu sürdürecek ve Herkül Burcu’na doğru ilelerken, çekim gücünün alanında bulunan gezegenlerini de birlikte sürükleyecek.


Oysa yaşam böyle değildir. Geçen gün bir daha geri gelmez. Ancak, olgunluğa, elden ayaktan düşmeye yaklaşınca, atalet yüzünden bedeniniz bozulmaya başlayınca, dakikaların bir daha geri gelmeyeceğini idrak eder ve tek bir ‘AN’ı bile yitirmek istemezsiniz.

Değerli okurlarımız, UFO’lar ve dolayısıyla ‘evrende zeki hayat’ konusuyla ilgilenen bizlerin en sık karşılaştığımız sorulardan biri, “Madem ki, onlar bizden bu kadar ileri; o halde, neden bize açıkça (aleni bir şekilde) yardım etmiyorlar?” Bu klasik soruyu, görüşmelerinden birinde Prof. Hernanez’de LYA’ya sormaktan kendini alamıyor. Bakın, dünya dışı varlık LYA bu soruyu nasıl yanıtlıyor:
L: Dünyanız bizi endişelendiriliyor. Dünyayı güç duruma düşürenlerin eline geçmemesi gereken, teknik gelişmeler oluyor. Neden bir şeyler yapmadığımızı hep merak edersiniz. Bu, dünyanızı bir savaş alanına çevirmek olur. Unutmayın ki, saldırı geçiştirildikten sonra; artık, sizin anladığınız insanlık kalmaz. Gezegeniniz melezleşir. Gezegeninizin ne kadar güzel ve ne çeşitli canlı türleriyle dolu olduğunu bilen herkes, bunların yok olmasını önlemek için, elinden geleni yapıyor. Bazı ülkelerde, tanınmış ve etkili kişilerle defalarca konuştuk. Belki şaşıracaksınız ama; bu dünyalıların birçoğu, profesörü ve birçok başka yetkilisi bize inanmadı. Böylesine katı ön yargıları var. Reddedilemeyecek kanıtlar sunduk onlara; fotoğraflar, formüller gösterdik, hiçbir dünyalının bilemeyeceği şeylerden sözettik. Ben, doğrudan doğruya kendim sokaktaki adamla konuştum. Aynen, sizinle olduğu gibi; onları da başından itibaren gemimize çağırdık, hatta ana gemiye götürdük. Bazılarına dünyada bulunmayan metallerden örnekler bile verdik. P: Sonuçta ne elde ettiniz?
L: Genelde, bağlantı kurduğumuz dünyalıların akıllarını kaçırdıkları sanıldı. Dünyanızda bilimsel olarak açıklanmasında güçlük çekilen kanıtlar, genellikle saklandı ya da yokedildi. Genellikle açıklayamadıkları kanıtları kimseye göstermediler. Unutmayın ki, gezegeninizi, sizin deyimlerinizle; sosyolojik, arkeolojik, egzobiyolojik ve kozmobiyolojik açılardan incelediğimiz gibi, canlıların kökenlerini de inceledik. Yani, sizinle görüşmelerim; hep, önceki deneyimlerime dayanmaktadır.


P: Peki, dünya dışı varlıklardan haberdar olunduğu hakkında inandırıcı kanıtlar var mı?
L: Evet, birçok kanıt var: Rusya’dan bir örnek vereyim...Dünya dışı bir gemi, rotasından çıkmıştı ve Sibirya’nın çok yakınlarında bir yerde bulunduğunu farketti. Çok büyük bir enerji türbülansı, enerji absorblama gücünü yitirmesine neden olmuştu. Geminin sorumlusu olan kaptan yere inme kararı verdi. Bir dağ kulubesine yakın bir yere inmişlerdi. Gemide, meteoritlerin tahribettiği bir gezegenden kurtardıkları iki dünya dışı varlık bulunuyordu. Kurtulma olanaklarının çok az olduğunu saptayınca, kaptan onları indikleri yerde bırakmaya karar verdi. İki kişiydiler; onları, ana bileşim maddesi katı oksijen olan, şeffaf bir küreye yerleştirdiler. Gemi ayrıldı. Kaptan Sibirya’nın soğuk ikliminin bu varlıkların kurtulmasına yardımcı olacağına inanıyordu. Eğer onları kaptan kendi gezegenine götürebilseydi, onlara daha çok yardım edebileceklerdi fakat geminin yeniden enerji yüklenmesi belirsiz bir zaman alabilirdi. Oysa ki, o varlıkların yitirecek hiç zamanları yoktu. O gece bazı çiftçilere haber verildi ve bu dünya dışı varlıklar büyük bir gizlilik içinde oradan götürüldü.


P: Ne zaman olmuştu bu? L: 1973 yılında. P: İkisi de öldü mü?
L: Evet. O zaman Ruslar, yalnız olmadıklarını ve er ya da geç başka kanıtların da gönderileceğini anladılar. Bu olaya karışanlar, olayı çok gizli tutmaya karar verdiler. O zamandan itibaren, bu garip varlıkların nereden geldiklerini araştırmak üzere daha geniş çapta incelemeler yapılmaya başlandı. ABD’de de, uzayda dünyalılar dışındaki yaşamın incelenmesinde çok ileri adımlar atıldı. Onlar inceleme ve araştırmada daha ileriler.


P: Bunları bana hiç anlatmasaydınız daha iyi olmaz mıydı? Neden ben?
L: Profesör, bunları tek bilen siz değilsiniz ki. Sandığınızdan çok daha fazla sayıda dünyalı bunları biliyor. Hayır profesör; sizi eziyet etmek gibi bir düşünceyle seçmiş değiliz. Kendi kendinizle barış içinde ve dingin bir kişiliğiniz var, ama kuşkusuz en önemli faktör, sizin üniversitede profesör olmanızdır. Sonunda, kuşkuculuğunuzdan kendinizi sıyırabildiğinizde, eğer isterseniz bu konuda birşeyler yapabilirsiniz. Dünyanızın, yalnızca sizler için değil, galaksilerarası topluluk için de ne denli önemli olduğunu biliyorsunuz. Dünya insanını kurtarmak; onu, içinde yaşadığı bu çalkantılı dünyadan kurtarmak ve olası tehlikelerden uzaklaştırmak kaçınılmaz bir zorunluluktur.

P: İnsanlığı sona erdirecek silahların neler olduğunu biliyor musunuz?
L: Size şunu söyleyebilirim: Sizin için şimdilik en tehlikeli silah, dünyalıların birbirine duydukları nefrettir. Bu, ruhunuzu yavaş yavaş tahribediyor. Toplumsal dertlerinizin çoğunu yaratan bu nefrettir. Ama, siz bana öteki türdeki silahları sordunuz, onları da söyleyeyim: Kimyasal silahlar... Dünyanızdaki iki süper güç, şimdiye dek görülmemiş bir şekilde kimyasal silah satıp duruyor. Sanki, dünyanız kendi kendini yoketmek için büyük bir telaş içinde... Bu kimyasallar canlıların sinir sistemlerini yok edebileceği gibi, bitkisel gıdalarınızı da berbat edecek etkiye sahiptir. Nehirleriniz kimyasal silahlarla zehir akıntısı haline gelebilir ve bunu kimin yaptığı da çoğu kez bulunamaz. Dejenere olmanın daha kötü bir şeklinin de; DNA’larınızdaki asal partiküllere yapılan saldırı olduğunu anlayacaksınız. Bu, hepinizi, ‘mutasyona uğramış bir ırk’ durumuna düşürebilir. Dünyanızda kimyasal maddelerin rastgele kullanılışı, şimdiden deri hücrelerinizde bozulmalara neden oluyor. Benzer şekilde, sadece kan dolaşımınızı yer yer etkilemekle kalmıyor; kalp krizlerine ve beyin kanamalarına da neden oluyor. Sessiz sedasız ve sinsi bir şekilde etki yapmaları ve tanı konulmalarının güç oluşu nedeniyle, yakında kimyasal silahlar öncelik kazanacak.
P: Bunlar yakında mı gerçekleşecek?


L: Zamanınızın sizin için çok değerli olduğu izlenimini edinmiştim. Ama sanırım, zamana yeterince değer vermiyorsunuz. ‘Yakında’ sözcüğü sizin için ne anlam taşıyor? Bu anlattıklarım sizin dünyanızda şu anda olup durmakta zaten. Kimyasal silahları 2. Dünya Savaş’nda zaten kullandınız; ancak, şimdikiler daha da gelişmiş! Dünya beşeri, yazık ki, kendi kavgacı karakterinden ve bunun, dünya beşeriyetini nerelere götürmekte olduğundan habersiz görünüyor. Bu ve benzeri silahlar, sadece onlara hedef olma şanssızlığına uğrayanlara değil, henüz doğmamış kuşaklara da ölüm getiriyor. Yalnızca saldırıya uğrayanlar değil, bu silahlarla temas eden saldırganlar da yok olacak. Bu silahları geliştirenler, hem saldırganı hem de kurbanını aynı acıları çekmeye mahkum ediyorlar.



P: LYA, nasıl oluyor da beni hep beklenmedik yerlerde buluyorsunuz?
L: Oldukça kolay, profesör. Size daha önce de, yayınladığınız enerjinin, başkalarınınkinden farklı olduğunu söylemiştim. Herkesin yayınladığı enerji, elindeki çizgiler kadar, başkalarınınkinden farklıdır.

P: LYA, niçin ortaya çıkıp, dünya halklarıyla doğrudan doğruya kendiniz konuşmuyorsunuz? Örneğin, televizyon ile bunu yapabilirsiniz.
L: İnanmazlar, profesör: Görünüşümüz sizinkine çok benziyor. Bizim genetik kodumuz, uzun yıllar yaşamamız dışında, sizinkiyle aynı. Sizin DNA’nız dejenere oluyor ve sağlıklı hücreler üretmeyi durduruyor. Yine de kimyasal açıdan, aramızda fazla bir fark yok. Ancak, biz organlarımızı tam anlamıyla kontrol edebiliriz. Bizim DNA’mız, hücrelerimizin ilerlemesini durdurmak şöyle dursun, onları sakinleştirici ve ileri yaşlara varmalarını kolaylaştırıcı etkiler yapar. Bunu size daha öncede açıkladım; çünkü, atalarınız da aynı mekanizmaya sahiptiler. Neyse...Pleiades’ten gelen varlıklarla bağlantı kurmuş, Billy Meier adlı birini tanıyorum. Gemilerinin fotoğrafını çekmesine ve filme almasına izin vermişlerdi. Hatta, gemilerinin yapıldığı metalin bir örneğini ona vermişlerdi. Bu, kendi kendini onaran türde bir metaldi. Sizin hücrelerinize benzer; ancak, kimyasal-minerolojik bir yapısı vardı. P: Sonra ne oldu?
L: Önce, hiç kimse ona inanmadı. Ancak, kendisine verilen metal örneğini göstermeyi teklif ettiğinde, işler değişti. Hakkında araştırma yapıldı. Defalarca, uzun uzun sorguya çekildi, yalancılıkla suçlandı. Bilim adamları bile, onu kuşkuyla karşıladı. Bu kez dünya dışı varlıklar, tıpkı Billy’e yaptıkları gibi, bir Rus’a da örnekler verdiler. Bu Rus’un sorgulamalarının ardından öldüğü açıklandı. Billy olayında, ben de gözlemci olarak bu görüşmeler hakkında bilgi sahibiydim. Yani kısacası, sizin önerdiğiniz gibi; açıkça ortaya çıkıp, dünya halklarına görünmenin de yararı olmamaktadır.
(Başka bir görüşmelerinde, LYA ve Prof. Hernandez arasında şöyle bir diyalog geçmişti.):
L: Dünyanızda oluşan atmosferik olayların, uzaydan geldiğini biliyorsunuz. Sayısız iklim değişiklikleri, orada başlar. Bunlar, aslında büyük olayların sonuçlarıdır. Bu olayların bazıları doğal, bazıları da yapaydır. Uzay birçok sürprize gebedir. Buraya ilk geldiğimizde (LYA’nın uygarlığı), takvimleriniz 1249 yılını gösteriyordu. O yıllarda gezegeniniz şimdikinden çok farklıydı. Bizler, geminin mürettebatı olarak, dünyalıların silahlarının ilkelliğine çok şaşmıştık...

P: Ya şimdi, yolculuğunuzun amacı sadece inceleme yapmak mı?
L: Tam öyle olduğu söylenemez. Nedenini ve ne olduğunu daha sonra öğreneceksiniz. Bu zaman süresinde, birçok ziyarette bulunduk; her 20 yılda bir, en az bir kez geliyorduk. İklim değişikliklerinin, dünyalıların davranış şekillerini çok etkilediğini farkettik. Gezegeniniz, Samanyolu olarak adlandırdığınız grupta bulunuyor ve oldukça kararsız bir durumu var. Bu küçücük dünyada çok çeşitli iklimler var. Bunun nedeni de, güneş sisteminizdeki değişiklikler. Bu değişiklikleri inceleyerek analiz ettiğimizde, uzayın sürprizleriyle karşılaştık. Kozmik bulutlar, ya da bizim verdiğimiz ad ile ‘aralıklı radyoaktif bulutlar’a çok sık rastlanıyordu; hemen her adımda bunlarla karşılaşıyorduk. Bu bulutları insan gözü göremez; ancak bizim alıcılarımız onların yerlerini saptar ve biz de onlardan kaçarız. Uzayda yolumuzu çizmek için özel alıcılar kullanırız. Onlardan kendimizi korumak için, bir bölmede bulunan ve ana bileşim maddesi çok yüksek yoğunlukta oksijen olan bir nötralleştiriciyi uzaya salarız, olur biter... ama bu bulutlar sizin ve dünyanız için zararlıdır: Radyo dalgalarında değişikliğe, elektrik ve hava akımlarında bozukluğa ve enerji dalga boylarını değiştirerek, karışıklığa neden olur. Ama en büyük zararı beyin nöronlarınızadır...P: Bulutlar nereden geliyor?

L: Bu bulutların kaynakları çeşitlidir; ayrıca, değişik kimyasal bileşim maddelerine, gazlara sahiptirler ve çoğu kez, gazlar arasındaki füzyon olayından dolayı daha da değişirler. Az oranda bulunmalarının zararı yoktur ama yüksek oranda çok tehlikeli olurlar. Bilim adamlarınız, nükleer denemeler yapmak için çok kötü bir zaman seçtiler; çünkü, atomun açığa çıkan enerjisi, bu bulutları bir mıknatıs gibi çeker, böylece dünyanın çevresini sarar ve stratosfere yapışırlar. Bazen de, dünyanın çevresinde, saydam halkalar halinde yörüngede döner dururlar. 1220-1300 yılları arasında bu bulutlar stratosferde, kendilerine bir destek bulamayıp, o zamanlar atmosferinizde bulunan yüksek orandaki oksijen tarafından uzaklaştırılıyorlardı. Bugün, kimyasal ve nükleer silahlarınız öyle çoğaldı ki, artık; bulutları, dünya çevresinden uzaklaştırmamız çok güç. Bu gazları oluşturan bazı maddeler çok patlayıcıdır. Bilim adamlarınız bu fenomeni bilmiyor. Bu gazlar çok tehlikelidir.
P: Bu anlattıklarınızın fotonlarla ilişkili bir yanı var mıdır?
L: Benim geldiğim sistemde, sizin ‘foton’ diye adlandırabileceğiniz bir kuşak vardır. Bu foton kuşağı Pleiades’de de bulunur. Bu kuşak aracılığıyla, onlarla bizim aramızda bilimsel görüş alışverişi yapılır. Bir organizma fotonlarla temas ettiğinde, esaslı bir değişime uğrar; hemen organik bozulma başlar. İşte, aynen, hücrede olduğu gibi; bir nebulada da atomların birikmesi sonucunda aşırı yüklenirse, patlama olur ve bulutlar evrenin her yanını sarar. Çok ağır oldukları için, hareketleri de çok yavaştır. Çok uzağa gidemezler ama yine de uzayda çok büyük uzaklıkları ağır ağır da olsa katederler. Bunların bazıları da, değişik zamanlarda Dünyanıza da gelmiştir. O zamanlar foton, ilkel düzeyde biliniyordu, birikim ve uzaklık hesapları yapılamıyordu ve hiçbir önlem de alınmıyordu. Şimdi siz de, bunca teknolojik ilerlemenize karşın, gerekli bilgilerden yoksun olduğunuz için, hala da hazır sayılmazsınız. Uzayınızı, dışarıdan gelecek tehlikeleri düşünmeden, yararsız çöplerle dolduruyorsunuz...

P: ‘Foton Kuşağı’ konusunu biraz daha açarmısın, LYA?
L: Bundan binlerce yıl önce, foton kuşağı; bizim sisetemimize tehlikeli olabilecek kadar yaklaştığında, atalarımız bunun zararlarının nasıl giderilebileceğini bilmiyordu. Bu kuşak tarafından çevrelenmiş bazı dünyalar, üzerlerindeki canlılarla birlikte yokoldular. Daha önceleri de, üzerinde canlılar bulunan dünyalar, fotonların geçişinden sonra, tüm hayatiyetlerini yitirerek, kısırlaştılar. Bu yüzden, bazı uygarlıklar kurtarılarak, başka yaşanabilir dünyalara yerleştirildiler. Ama bunlar gerçekleşmeden önce, atalarımız bu konuda bilgiden yoksun oldukları için, neler olup bittiğini bir türlü anlayamamışlardı. Foton Kuşağı, başka galaksilerdeki başka bulutların oluşturduğu tehlikeler kadar büyük olmasa da, evrenlerde varolduğunu bildiğimiz tehlikelerin en büyüklerinden biridir. O, yalnızca canlı hücrelerin enerjilerini emer. P: Buna benzer olan öteki tehlikeler nelerdir?
L: Başka enerji tipleri ise; uzayda, seyrek olarak rastladıkları gazlarla beslenirler. Bazıları ise, kendileri soğuk ve karanlık olmalarına karşın, ışıkla beslenirler. Bunlar genellikle saydam maddesel oluşumlardır; o kadar ki, zararsız sanılırlar. Onları hissedebilirsiniz ama göremezsiniz. Ne yazık ki, bazı sistemler şimdi sizinki de dahil, bir foton kuşağına yaklaşıyorlar. Henüz ona tehlikeli yakınlıkta değilsiniz ama şimdiden önlem alsanız iyi olur... bu tehlike, sadece dünyanızı değil, tüm güneş sisteminizi tehdit ediyor. Onun etkileri milyonlarca kilometre uzaklıktan bile duyulabilir. Buna ek olarak, gezegeninizin çevresindeki manyetik kuşak da geleceğiniz için en büyük tehlikelerden birini oluşturmaktadır: Ondört bin yıl kadar önce Dünyanız foton kuşağının içinden geçmişti. Uğranılan felaket büyüktü, fazla umut kalmamıştı; ancak, sürüngenler önceki kadar zarar görmediler. Çünkü, etki çok hafifti; yine de elementler açığa çıktı ve Dünya yörüngesel uyumunu yitirdi. Ancak, o zamanlar Dünya üzerinde şimdiki kadar çok insan yoktu. P: İnsanlara ne oldu?

L: (41 bin yıl önceki olayda) Dünya, daha Foton Kuşağına girmeden bile, okyanuslar büyük devinimlerle karıştı, kara kütleleri yerinden oynamıştı. Hayvanlar, molekülleri uyarıldığı için çok telefata uğradılar. İleri bir uygarlık, dünyayı gözleyerek bu tehlikeyi beklerken, bir yandan da okyanusun dibinde çok büyük bir fanus oluşturdu. Bildiğiniz gibi, hidrojen ve oksijen (ve dolayısıyla su) her türlü radyoaktiviteyi defeder. O ileri uygarlığın ileri gelenleri bunu biliyordu. O zamanki dünya nüfusu çok olmamasına rağmen, oluşturulan fanusun kapasitesi herkesi almaya yeterli değildi; bir seçim yaparak, koşullara uygun kişileri aşağı indirdiler. Antigenlerin etkisinin yaratacağı zarardan kaçınabilmek için, en az 10 yıl okyanusun derinliklerinde kalmaları gerektiğini hesaplamışlardı. Benim dünyamın bilimadamları da yardım için Dünya’ya gelmişti. Bizimkilerden bazları fanusu incelemek üzere aşağıya indi. İncelemeleri sonunda, bazı hayvanları seçtiler. Fanusun çok kalabalık olmaması için, memeli hayvanların çoğunun salgı bezleri durduruldu; bizim yöntemlerimizle yapıldığında, bunun hayvana hiç bir zararı olmamaktadır. Çünkü, türün devamı istendiğinde, salgı bezleri yeniden çalıştırılabiliyordu. Eğer bilim adamlarınız bunu bilseydi, doğum kontrolü için o kadar çok kimyasal madde kullanmazdınız.
L: Zamanınızdan binlerce yıl önce, şimdiki kıtalarınızın tümü tek bir kara parçası oluşturuyordu. Bunun üzerinde yaşayan uluslarda birbirine oldukça yakındılar. Ancak, bir gece, deniz, sizin ‘Atlantis’ dediğiniz kenti yutuverdi. Sulara bir gecede gömülen Atlantisliler oldukça bilgiliydi ama daha çok bilgilenerek Dünyaya ve hatta galaksinin bu köşesine egemen olmak gibi bir hırsları vardı. Atlantisliler köken olarak, güneş sisteminin, sizin Maldek dediğiniz üçüncü gezegeninden gelmişlerdi. Bugün orası ‘asteroid’ kuşağı olarak bilinir. O zamanlar Dünya, güneş sisteminin 4.cü gezegeniydi. Bu göçmen bilim adamları, bir kez Dünya’ya yerleşince; insanın kökenini araştırmaya başladılar. Bunun için, insan ve hayvan genleri arasında korkunç ve canavarca mütasyonlar ortaya çıkardılar, sadece genetik değil, klon yöntemini geliştirmek için de deneyler yaptılar. Bu deneylerde kullanılan insanların çocukları genetik mutasyona uğramış olarak doğdular; böylece, kendi kendilerine, tüm ulusu yok eden ve kontrol edilemeyen salgın hastalıklar türetmiş oldular. O zamanlarının büyük astronomi bilginleri, güneş sisteminizdeki her cismin hareketini tam olarak biliyorlardı. Antimadde silahını da kusursuz hale getirdiklerinde, bu silah yardımıyla, uzaysal objelerin yerelerini / yörüngelerini değiştirebilecek bir yol da keşfettiler. Yıldızlar, çok çok uzaklardan bile, uzay gemilerinin güç kaynağını oluşturabilecek bir enerji yayınlarlar. Atlantisliler elde ettikleri bunca güce karşın, bununla da yetinmeyerek; Maldek bilim adamlarının elde ettiğinden daha fazla güç kazanmak istediler. Bu hırsla, insanın ruhuna ve gezegenlerin, güneşlerin/yıldızların hareketini düzenleyen dinamiklere hükmetmek istediler. Bu hırsla geliştirdikleri bir silah, bir antinükleer reaktöre ve anti enerjiye sahipti. Böylece, aynı zamanda hem molekül parçalayıcı, hem manyetik denge bozucu, hem de güç nötralleştirici ve her çeşit enerjiye karşı alıcı gibi kullanılabiliyordu. Onunla, yaşamı ve hareketeleri kontrol edebiliyorlardı. Bu silaha ‘antimadde’ diye bir ad takmışlardı. Antimadde silahıyla, canlının psişik varlığını da darmadağın edebiliyorlardı. Bu silah Maldekliler’in elinde yoktu ve endişelerini yenemeyerek Dünya’ya geldiler; Atlantisliler’i bu projelerinden vazgeçirmeye çalıştılar ve barış içinde yaşamayı önerdiler. Atlantisliler, bu silahın onlara, gezegenlerarası bilim adamları arasında büyük bir güç ve ayrıcalık kazandırdığının farkına varmışlardı. Atlantisliler’in sürekli karşı koymaları üzerine; Dünyanın dengesini tehlikeye atma pahasına, silahı kendileri etkisiz hale getirmeye karar verdiler. Bu şekilde Maldek ile Dünya arasında bir yıl kadar süren savaşlar başladı. Maldekliler’e bazı ileri uygarlıkların güçleri de yardım ediyordu ve Atlantisliler’in durumu giderek güçleşmeye başlayınca Antimadde silahlarını kullanmaya karar verdiler. Maldek gezegeninin manyetik alanını kaybetmesine ve yakınındaki Mars’a çarpmasına neden olacak şekilde ayarladıkları silahlarını çalıştırdılar. Yörüngesinden çıkan Maldek çok enerji yitirdi. Bu enerji kaybından sonra Maldekli bilim adamları Dünyalıların saldırganlığını ve gücünü oluşturan silahı yoketmeye kesin olarak karar verdiler ve bir gece Atlantis’e yönelttikleri güçlü bir ışın ile kıtayı ikiye böldüler. O gece Atlantis sulara gömülmüştü. Gezegenin çeşitli yerlerinde büyük su baskınları, tufanlar görüldü. Dünyanın manyetik kutbu kayboldu; o zamandan beri de, olması gereken yerde değildir. Yekpare olan o kara kütlesi parçalara ayrılarak, iki büyük parça halinde iki yana (doğuya ve batıya) doğru hareket etmeye başladı. Bugün bile karalar, hareketlerini sürdürüyor; bu hareketlilik, o gece sulara gömülmüş bazı kara parçalarının yeniden su yüzüne çıkmasına neden olacak. Maldek ise, bir süre daha yörüngesel enerjisini yitirmeyi sürdürdü. Bu süre içinde Maldekliler, kendilerine sığınma hakkı tanıyan gezegenlere göçettiler. Sonunda Maldek gezegeni; Mars ve Jüpiter ve hatta Dünyanızla da çarpışmasını gerektiren bir yörüngeye girdi. Bu arada, adıgeçen yakın gezegenlere sürekli olarak göktaşları yağdırıyordu.
P: Bu çarpışmada, Atlantisliler’in o silahına ne oldu?
L: Evet, o kokunç silahda Atlantis’le birlikte sulara gömüldü ve halen; Florida açıklarında, Bimini dediğiniz adacıklar arasına rastlayan bölgede, denizin dibine gömülmüş büyük piramidin içinde duruyor. P: Hala okyanusun dibinde mi yani?
L: Evet, profesör; Yıldızlararası topluluk, şimdi eskisinden daha da endişeli. Çünkü, artık zayıflamış olmasına rağmen, eğer güneş ışınları tarafından aktive edilirse, Dünyanızda manyetik değişikliklere ve molekül bozulmalarına neden olabilir. Zaten, halen; durduğu yerde de bu korkuç silah korkunç etkilerini değişik şekillerde, hem de sık sık sergiliyor. Bu da bilim adamlarınızın dikkatini, o bölgede olup bitenlere çekiyor: O bölgede pusulalar, iletişim ve deniz trafiği sık sık aksıyor. Silah, okyanusun derinliklerinde ve dev bir piramidin içinde bulunmasına rağmen; hala, güneş enerjisi tarafından uyarılıp, aktive edildiği zaman, yaşam enerjisi algıladığında, enerji vorteksini (girdabını) harekete geçirmektedir. Ayrıca, çevresinde tepkime ile çalışan herhangi bir alet algıladığında, antimolekül alanının uyarıldığı kesindir. Kısacası, hala kullanılır durumda ve çok tehlikelidir. Sizin ona erişmeniz olanaksızdır; çünkü, gücü karşısında hemen yok olursunuz. Aslında onu ele geçirmek isteyen birçok yıldız toplumu var; ancak, Dünyanıza gelip araştırma ve analizler yaparak silahın yerini bulmaları ve onu oradan çıkarmaları için gereken izin, üstün uygarlıklar tarafından onlara verilmiyor. Ne onlar, ne de siz, antienerjiyi ve antimaddeyi kontrol altında tutacak ve onu etkisizleştirebilecek bilgiye sahipsiniz. Bu bilgi sadece üstün uygarlıklarda var. P: Bunu siz başarabilir misiniz, LYA?
L: Tabii, profesör; unutmayın ki, biz bir bilim ve keşif grubuyuz. Ancak, bu, dünyanızı antimadde güçlerine maruz bırakır. Biz ise yaşama saygıyı esas alırız. Sadece maddesel değil, ruhsal ve enerjisel yaşama da... Bizim ilkemiz, canlı türlerini yaşatmaya ve geliştirmeye çalışmaktır.
P: Biz bir gün bu silahı kontrol etmeyi başarabilecek miyiz?
L: Bu koşullar altında, hayır. Şu andaki bilgileriniz, daha uzayda yolunuzu bulmak için gerekli olan hiper-uzay ilkelerini bile anlamaya yeterli değildir. Uzayın ve onun derinliklerinin içerdiği bilgileri anlamak için, milyonlarca saatlik uzay araştırmalarında bulunmanız gerekiyor. Tüm bunlardan dolayı ve kısacası; bu silahı, beşeriyetin korkunç genetik zararlara uğramayacak bir biçimde kontrol ederek yüzeye çıkaracak yeterli bilgiye henüz sahip değilsiniz. Onu, bir şekilde yüzeye çıkarsanız, yüzlerce km. uzaklıklarda bulunan kentler bile bir anda yok olabilir ve dünyanızın manyetik alanı kuvvetli bir değişime uğrar. Daha önce de belirttiğim gibi, birçok kozmik uygarlık onun yerini biliyor ve yakında siz de öğreneceksiniz; bilim adamlarınız onun bulunduğu yere gitmeye çalışacak. Ama içlerinden hiç biri, bu silahın aslında ne olduğunu ve nereden kaynaklandığını bilmiyor. Bu, uzaya yöneltilmiş antimanyetik alandan geçen birçok gemi rotasını şaşırıyor; bu da birçok kazaya yol açıyor.

P: LYA, gerçekten de ABD’li bilim adamları bu silahı farkettiler mi?
L: Tabii, söylediğim gibi, birçok bilimadamı bu bölgede olup bitenlerden endişe duyuyor. Dünyanızın, orada ne olduğunu öğrenmeye hakkı olduğunu biliyoruz; ancak, bu silahın varlığını öğrenmeden önce, toplumunuzun daha barışsever olması gerektiğine de inanıyoruz. Öyle ki, barış içinde yaşama ve bu silahı asla başka bir uygarlığa karşı kullanmama fikrini kabul etsinler. Ama zaman çok azaldı. Hatta şimdiden, yeterli zaman olmadığını söyleyebiliriz. Geri ırklar; bu isyancı, hırslı ve ihtiyatsız toplumlar, onu ne pahasına olursa olsun alırlar. Bugün Dünyadaki kuşaklar daha saldırgan karşılaşmalara doğru ilerliyorlar. Bizim Dünyamızda ve birçok başka Dünyada ise, çocuklar canlı olmanın bilincine varacak şekilde eğitiliyorlar, zekalarını bu yönde geliştiriyorlar; çünkü, birgün gezegen onların olacak. Biraz daha büyüdüklerinde de en yüksek nitelikleri, erdemleri kazanmak ve daha üst zeka düzeylerine erişmek için çalışırlar. Ama, ne yazık ki, sizin gezegeninizin çocukları, bugünden yarına şiddet içinde yaşıyorlar. Tüm o iletişim araçlarınız onlara, bir ülkenin ötekisiyle savaştığını gösteriyor. Çocuklarınız, bu savaşların niye yapıldığını bile bilmiyor. Bu olayların sürekliliği, onları da saldırganlığa itiyor. Yaşama saygı göstermiyorsunuz; sevginiz ise, koşullara göre değişiyor hemen. Oysa, sevgi; insanlara saygı duyabilmek için gelişmesi gereken bir duygudur ve insan saygısının başlangıcıdır. Böyle insani değerler artık yok ve çocuklara gösterilen dünya ise; şiddet, nefret, kin, hırs ve cehaletle dolu. Birbiriyle uyuşamayan güçlü ve mağrur toplumlar, barışın ancak savaşla elde edilebileceğini göstermeye çalışıyor. Dejenere olmuş bir dünyada böylesine aykırı koşullardan başka ne gelişebilir ki !
L: Şu anda elde ettiğiniz şeylerin tadını çıkaracak kadar bile uzun yaşamanın sırrını keşfetmediğiniz halde; gezegenin gücünü elde etmeye çalışıyorsunuz. Çünkü, çok küçük hedeflere sahipsiniz. Size, uygarlığınızı tehdit eden bu tehlikeleri anlatmamak, susmak, size ihanet olurdu profesör; bu, geçmişinizden size kalan, ancak bilemediğiniz korkunç bir miras... Ne yazık ki başka bir miras da, bu denli kısa yaşamanıza neden olan, genetik bozulmadır. Göreviniz, profesör; beşeri zihinlere, bilgi tohumları ekmektir. Bunu yaparsanız, bu tohumlar, en azından bazı zihinlerde yeşerecektir. Dünya insanı, çevresindeki tüm yaşam türlerine saygı duymayı öğreneceği bilimsel ve etik düzeye erişinceye dek, dünyanızda barış öncelik olmalıdır.

ARKTURUSLULARLA TEMAS
Bu yazımızda sizlere; dünyada dünyadışı yaşamın ilk zamanları ve gezegen üzerinde beşerin ortaya çıkışı hakkında bilgiler veren, evrensel yardımlaşma ve dayanışma yasasının gereği olarak bilge varlıklara özgü bir sevecenlikle Dünya beşerine birçok bakımlardan yardım etmeye çalışmış ve halen de bu sevecen ilgilerini sürdüren bir grup dünya dışı varlıktan ve onların Dünyadaki etkinlikleriyle, verdikleri bir kısım (kanal) bilgilerini sunmaya çalışacağız.
Bu sunuşumuzun aşamalarında önceliği, onların kim ve nasıl varlıklar olduklarına vereceğiz, ama, bundan da önce; ‘Bu bilgiler bizce neden doğrudur?’ sorusunu yanıtlamak istiyoruz. Bu mesajların kaynağı, gerçekten yüksek bir bilinç halinde bulunan varlıklar mıdır, yoksa... Kuşkusuz, buna; bu bilgileri okuyan sizler karar vereceksiniz. Bizler bunları derleyip, toplayıp; sizlerin dikkatlerinize sunuyoruz.

Herşeyden önce bugün ne bizler, ne de bilimsel çevreler onların ortaya oyduklarını (bu bilgilerin içeriğini) çürütecek ve geçersiz kılacak hiç bir veriye sahip değiliz. Bu bilgileri kabul etmeye değer bulmamızın nedenlerini şöylece sıralıyoruz; Bu bilgileri ‘doğru’ olarak nitelendirmemizin ve sizlerle paylaşmaya değer bulmamızın birinci nedeni (dünya dışı kökenli bu varlıkların) verdikleri bilgilerin tutarlı niteliğidir: Zarar vermek ya da tahakküm altına almak gibi ilkel niyetler bir yana, yönlendirici bir içeriğe / etkiye bile sahip değildir. Bizim için uygun gördüklerini; ikram edercesine ve sadece bir öneri olarak sunmaktadırlar. Ayrıca, kendilerine yöneltilen soruları (medyomun ve hazır bulunanların sorularını) içtenlik dolu bir iyimserlikle, bizim anlayış kapasitemizi ve bilgi birikimimizi gözönüne alarak, hatta inançlarımıza saygı duyarak yanıtlamaktadırlar.

Bir başka neden de; onların sundukları bilgiler arasında, kanal vazifesi gören ve bilimsel bir geçmişi olan Dr.Norma J. Milanovich’in hiç bilmediği verilerin / bilgilerin de bulunmasıydı. Bu nitelikli bilgileri Dr.Milanovich ve grubu araştırdıktan sonra, onların da doğru olduğu ortaya çıkmıştır. Verilen bilgilerin akışı içinde yer yer karşılaşılan bu durum, bizim gerçekten; elde edebileceğimizin çok ötesinde bilgilere sahip bir kaynağın sunduğu bilgilerle karşı karşıya olduğumuza güvenmemizi sağladı.

Kim ve Nasıl Varlıklar Oldukları...

Yaratılmış olan herşey YARADAN’ın bilgisinin tezahürüdür. Tezahüratın tamamı, YARADAN’ın gücünün değişik veçhelerini temsileden farklı varlıklarla doludur. Değişik şuur düzeylerindeki varlıklar evrenlere (tezahüratın dört bir yanına) dağılmış / yayılmış durumdadır. Bunlardan, teknolojik durumları elverişli olanlar; belki Dünya beşeri Yontma Taş Devrini yaşadığı zamanlardan beri, yıldızlar (hatta galaksiler) arası uzayda dolaşmaya başlamışlardır bile. İşte bu genel görünümün kaçınılmaz bir gereği olarak; yüzyıllar öncesinden beri, çok değişik ortamlardan gelen (Dünya dışı kökenli) birçok varlık aramızda bulunmaktadır ki, ARKTURUSLULAR da bunlardan (yani, dünyada halen etkin vaziyette bulunan birçok dünya dışı varlık grubundan sadece bir gruptur.


Arkturuslular’ın aktardıkları bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla; Dünya beşerine ve Dünyada Yeni Çağın doğuşuna hizmet etmek gibi evrensel bir misyonları bulunmaktadır. Onlar, bu misyonları çerçevesinde, sadece misyonlarının kapsamına gelen bilgileri sunmakla kalmamış, aynı zamanda; ne kadar sıradan olursa olsun, kendilerine sorulan her soruyu nazikçe ve saygıyla yanıtlamışlardır. Bu cümleden olmak üzere, fiziksel görünümleriyle ilgili bir soruyu şöylece yanıtlamışlardır:

“Bizim boyumuz, sizin ölçülerinize göre, ortalama bir metre uzunluğundadır. Biz, ayrıca, çok inceyiz; ince ve zayıf bir tür olarak görünmeyi yeğliyoruz. Hepimiz birbirimize çok benzeriz ki, böyle olmayı kendimiz seçtik. Çünkü, biz; kendini başkalarıyla kıyaslamak gibi önemsiz şeyleri epey zamandır aştık. “TANRI’nın ve evrenlerin bütünlüğü” kavramını idrak ettiğimizden; farklı olmaya çalışmak, artık bize ilginç gelmemektedir. Cildimiz yeşilimsi bir renkte görünse de, bu görünüm aslında aldatıcıdır. Dünyanın algılayabildiği dalga boyları nedeniyle, bazı dünyalı gözler bizi böyle görür. Ama aslında, sizin gezegeninizde görünmeyen bir rengimiz vardır. Ellerimizde sadece üçer parmağa sahibiz. Çünkü, daha fazlasna ihtiyacımız olmadığını gördük. Bu üç parmak, bedenimizin fiziksel manevralarına ve zihnimize karşılık verirler. Biz, eğer istersek, yerçekimine de karşı koyabiliriz. Bu durumla bağlantılı olarak da; sizin “zihnimiz” dediğiniz, ama bizlerin ‘merkezi güç’olarak adlandırdığımız şeyin gücü ile objeleri, (bu üç parmağın hareketiyle) senkronize bir biçimde etkileyebiliriz. Biz, evrenlerdeki birçok varlıkların yaptıkları gibi, enerjiyle besleniriz. Halkımız (Arkturuslular) düşük düzeyde titreşen besinleri tüketmez. Çünkü, düşük düzeyde titreşen besinler yüksek bilinç ve zihin halleriyle ilgili duyuları hissizleştirir. Aldığımız bazı besinleri betimlemek gerekseydi, onları; sizin gezegeniniz Dünyada sahib olduğunuz minerallerin bazılarına benzetebilirdik. Uzay gemimizin aygıtlarıyla, her türlü titreşim bileşimindeki besini üretebiliriz ve sizin (Dünyada yaptığınız gibi); tadlar, kokular, damak lezzeti vb. üzerinde durmayız. Bizim (etkinliklerimiz) için gerekli olan titreşim düzeyimiz düştüğünde, ruhumuza uygun en yüksek nitelikte enerji ve titreşimin bir karışımını yaparız.”

-Gözleriniz ne renktir ve sizin asıl görüş aracınız onlar mıdır?
“Gözlerimizin rengi; sizin, koyu kahve, hatta siyah renginize benzer. Bizim güneşin, belli bazı ışınlarından gözlerimizi korumak için bu renge gereksinimimiz vardır. Bunlar, bir anlamda; telepatik yeteneklerimize zarar verebilecek belli enerji ışınlarını filitreleyen koruyuculardır. Hazır, telepatiden söz açılmışken; onun, bizim esas algılama şeklimiz olduğunu da belirtmeliyiz. Gözlerimiz ise, bilgi girişi için ikincil kaynaktır. Gözlerimizin başka bir filitreleme görevi de, niteliklerimizi etkileyebilecek düşük titreşimsel duyumları ve enerjileri engellemektir. Gözler, aynı zamanda, ‘ruhun pencereleri’dir. Gözlerimizin bir başka işlevi de, aynı anda, iki ya da daha fazla yerde bulunmaya muktedir olmasıdır. Bu, bizim içsel ve dışsal görüşümüzü aynı anda odaklayabileceğimiz anlamına gelir ki, bu durumun telepatik yeteneğimize katkısı vardır. Gözümüzün dış tabakasının ardındaki ‘içsel-sezici’; içsel realiteyle bağlantı kuran bir bölümdür. Dışsal göz mercekleri ve renk, içsel realiteyi kuşatan enerjiyi ve onun yoğunluğunu algılar.”
- Sizin de bir kalbiniz var mı? Metabolizmanızın doğası nedir?
“Evet, bizim de kalbimiz var. Bu, evrendeki pek çok varlığın sahibolduğu bir özelliktir. Kalp, evrensel kilitlerin anahtarlarını barındırır. Kalp, Yin ve Yang enerjilerin (ya da pozitif ve negatif enerjilerin) dengesini içerir. Hepimizin kalplerinin bizleri TANRI’ya götüreceğini söylediğimizde,
sizinle aynı kökendeniz. Bizim yeniden uyanıştaki rolümüz, Dünyadaki birçok kardeşimize ‘kalbini dinlemeyi’ öğretmektir ve sizin de yakında bu eylemin gerçek önemini keşfedeceğinizi umuyoruz. Metabolizmamızın doğasına gelince; bizim metabolitik hızımız sizinkine oranla çok daha yüksektir. Bu daha yüksek varoluş halinde, biz günlük ilişkilerimizde, çok daha fazla aydınlanma bulabiliyoruz. Bu durum kendini; sağlığımızda, görünüşümüzde, uzun ömrümüzde ve ayrıca telepatik yeteneklerimizin doğuşunda yansıtır. Siz de yüksek bilinç hallerine doğru ilerledikçe, metabolitik hızınızın arttığını göreceksiniz. Bu farkındalıktan kaynaklanan yükselme, fizik bedeninize yeni ruh halleri ve yenilenme getirecektir.”

-Siz, bizim sahib olmadığımız hangi duyulara sahipsiniz?
“Tanımlamaya çalıştığımız ve içsel göze ek olarak, içsel işitme yeteneğimiz de vardır. Zamanın başlangıcında, bizim bu yeteneğimiz henüz gelişmemişti, ama, zamanla ve kararlılıkla bu içsel duyuyu güçlendirebildik ve teleetik yeteneklerimizi bile aşan işitme duyusu geliştirdik.”
Dünyada Gerçekten Ne Yapıyorlar?
Bir ve Tek Olan Bütünsel’in tezahürlerinden başka birşey olmayan tüm varlıklar, evrensel Yardımlaşma ve Dayanışma Yasası gereği birbirine yardım etmekle yükümlüdür. Dolayısıyla yaratılmış olan herşey birbirinin gelişim aracıdır. Bu yardımlaşma işlevi; bazen sürtüşme / çatışma şeklinde olabileceği gibi, coşku dolu huzur içinde ve karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı ilişki / etkileşim içinde de gerçekleşir. Ayrıca, ‘uyanan’ varlık, ‘uyanmakta’ zorluk çekenleri uyandırmaktan sorumludur; bilmenin, daha çok bilmenin ve şuurluluğun gereği budur. İşte bu kapsamda, evrenlere yayılmış durumda bulunan değişik şuur düzeyelerindeki varlıklar birbirlerine yardım ederler. Bu evrensel yardımlaşma çerçevesinde, bugün dünyada (yine onların ifadesiyle) 1000’den fazla değişik branşta varlık grubu etkinliklerini sürdürmektedir, hem de binlerce yıldan beri. Biz dünyalılar olarak, bu evrensel gerçeğin kimimiz farkında kimimiz değil, kimimiz “Olmaz böyle şey!” deyip, kestirip atıyoruz ama onlar belli bir plan çerçevesinde ve bizim bireysel gelişimimize ve seçme özgürlüğümüze olan saygılarını hep koruyarak gelip gidiyorlar, zaman zaman görünüyorlar orada burada, zaman zaman yere inip ya da inmeden bizlerden bazılarıyla iletişim ve işbirliğine giriyorlar, ama gerçekten ne yapıyorlar?
“Dünyaya temsilci gruplarını yollamış her yıldız donanması, gezegenin doğum sürecinin farklı bir veçhesinden sorumludur. Bizimki ise, zihinsel öğretim programıdır. Daha yüksek bir bilgi düzeyinin ortaya çıkmasını sağlayacak yeni bir öğretim programını sizlere aktarma sürecindeyiz.”
“Biz buraya, dünyalı kardeşlerimize duyduğumuz büyük hayranlık ve sevgiyle geldik ve önünüzde uzanan birçok durumla, daha büyük bir kolaylık ve uyumla başa çıkmanıza yardımcı olabileceğimizi umuyoruz. Tarihin bu anında, Dünya gezegenindeki misyonumuz; sahib olduğumuz eğitim kavramlarından size uygun olanlarını Dünya beşerine aktarmaktır. Biz Arkturuslular bu öğretim programının tasarımcılarıyız. Bizler ‘öğrenim yapısı’ konusunda uzmanlarız ve birçok yeni bilgiyi Dünya’ya iletme konusunda öncüleriz.”

“Sözünü ettiğimiz bu misyon, dünya ortalama realitesinin bir üstündeki realite boyutuna (5.ci boyuta) girebilmeleri için, dünya beşerine yardım etmektir. Biz ARKTURUSLULAR sizin kardeşleriniz olarak geldik. Biz, çoğu dünya insanının hala yadsıma aşamalarında olduğunu gözlemliyoruz. Bu bizi düş kırıklığına uğratıyor ama bu duruma müdahele edemeyiz; çünkü, biz sadece yardım etmeye programlanmış durumdayız.”

“Biz sizin yolunuza saygı duyuyor ve 3.cü boyut bilinciniz içinde, bu yolculuğu kolaylaştırıp, hızlandırmak için burada bulunuyoruz. Biz, evrenlerde sizlere benzer bir yolda olan tüm kardeşlerimize yardımcı olmak üzere görevlendirildik. ARKTURUS öğretmendir. Arkturus öğretileri, insanları ve öteki Işıktaki Varlıkları kendi ‘kapanlarından’ kurtarıp, özgürleştirecektir.”
“Bizim misyonumuz; uzaylı kardeşlerimize aydınlanma getirmek üzere Dünyaya gelmektir. Bunu başarabilmek için, bizim sürekli olarak, Gemimizi terkedip, Dünya katında tezahür etmemiz gerekir. Biz Arkturuslular 4. ve 5. boyutlardan geliyoruz ve sizin boyutunuzda var oluyoruz. Biz kendimizde, daha yüksek boyutlara doğru gelişme sürecindeyiz. Biz, Dünyalı kardeşlerimizin 5.ci boyuta mümkün olduğunca az acıyla geçmelerine yardımcı olmak üzere buradayız. Sizin bu dönemden başarıyla geçmenize yardımcı olmamız, otomatik olarak bizim gelişim sürecimize de yardımcı olur. Evrenlerin ve yıldız sistemlerinin uyumlanışında, tüm Varlıklar tekamül sürecinde birbirine yardım ederler. Bu çerçevede, bizler; tüm insanlığın titreşim frekanslarını Yeni Çağa uyum sağlayabilecek kadar yükseltmek üzere sizlerle işbirliği halindeyiz. Kardeşlerimizin kaderi olan, yüksek boyutlarda yaşamalarına yardımcı olmaya; bu çerçevede, TANRI’nın planını ve Kutsal Yazıları gerçekleştirmeye kararlıyız.”
“Dünya beşerinin bir kısmı, gördüğümüz kaarıyla; gezegeni de kuşatmış bulunan olumsuzlukları oluşturan kendi korku ve kuşkularının tutsağıdır. Biz onları bu illüzondan kurtarmak ve en sonunda özgür kılmak için, kendi (ruhsal) rızalarıyla buraya getiririz. Bu uygulama, misyonumuzun ve yüksek amacımızın gereğidir.”
“Vicama dediğimiz bu küçük taşıtların amacı; Dünyanın enerji noktalarına ulaşıp, onları yeniden aktive etmektir. Yerkürenin içine açılan böyle birçok ‘kapı’ vardır ki, Dünyalılar daha yeni yeni bunları öğrenmektedir. Yerkürenin enerji alanlarına açılan bu kapıların, çoğu yüzyıllardır, sanki uykudaydı. Biz, bu basınç noktalarından akan elektromanyetik enerji hatlarını yumuşatmak ve eğer gerekiyorsa, akımları yeniden odaklamak için bu ‘vicama’ları kullanırız. Zaman zaman gezegeninizde yapılan bilimsel çalışmalar yüzünden enerji akımları uyumsuzluk içinde bulunur. Bunun bir örneği, nükleer güç santralleridir. Bu santrallerin bazıları öyle güçlü enerji akımı yayar ki, bunlar gezegenin doğal-uyum enerji kuvvetleriyle karışır. Bu durum ortaya çıktığında, gezegendeki elektromanyetik kuvvetlerin dengesi bozulma tehlikesiyle karşı karşıya gelir. İşte o zaman biz,’vicama’ dediğimiz araçlarımızla bu santrallere gider ve uyumsuz akım üretenlerini (onların bilgisayarlarını ya da güç santrallarını) yeniden programlarız. Bazen bu operasyonumuz çok az farkedilir, bazen de değişiklikler çok çarpıcı olur. Bu da bazı Dünya sakinlerini telaşlandırır. Biz bunu; görev duygumuz ve gezegeninize ve sizlere olan sevgimizden yapıyoruz. Bunu yapıyoruz; çünkü, bu Dünyayı, onu yüzyıllardır dengede tutmuş elektromanyetik akımlarla uyum içinde tutmaktadır. Bu ‘vicama’ araçlarımızın birçok amacı vardır. Onlar Yıldız-Gemimiz ile gönderildikleri hedefler arasında başlıca iletişim araçları olarak da kullanılır. Buna ek olarak; onlar, yaptığımız yolculukların bir bölümünde bizim başlıca yaşam destekleme sistemlerimizdir. Bu araçlarımız, Dünya gezegeninde yakın geçmişte kullanılmaya başlanan aerodinamik ilkeler kullanılarak tasarımlanmıştır. Yeri gelmişken; eğer size, Dünya gezegenine aerodinamik konusundaki mevcut bilgiyi veren kaynağın Arkturus olduğunu söylersek, sizi şaşırtmış olurmuyuz. Ama aerodinamk ilkeleri uygulayışınız, hala onların bizim uygarlığımızda uygulanış biçiminden çok uzaktır. Zamanın başlangıcından beri gezegeninizdeki birçok varlığa epey bilgi aktardık. Onlar bedenli haldeyken, çoğunlukla bu keşiflerin onurunu üslendiler, ancak, aslında yaratıcı fikirlerin kaynağı daha yüksek bir ortak bilinçtir. Geçmişte, sizden bazı ruhları, teorik ve pratik bilgi alış-verişi amacıyla uzay taşıtlarımıza getirmiştik.”
“Biz dünyada çalışmak, üslerimizi işletmek ve görevlerimizi tamamlamak için, beşer gözünün göremeyeceği birçok yeri kullanıyoruz. Bu yerlerin varlığını sürdürebilmek için, oralara sürekli olarak bir hayli kargo götürmemiz gerekiyor. Bizim, ayrıca; AY’da üç üssümüz var ama bu bölgeye artık çok kargo taşımıyoruz.”
Biz, Dünyanın üzerindeki ve içindeki bir çok noktayı enerjilendirmenin sürekli bir görev olduğunu görüyoruz. Bundan dolayı, yeni kristal yapılar programlamayı ve yaratmayı sürdürmek zorundayız. Bu kristaller, misyonumuzun çeşitli iletişim vehçeleri için kullanılır. Sık sık devasa kristal yataklarını gezegende seçilmiş yerlere ekmemiz gerekir. Bunu yapmamız gerektiğinde, o noktalarda bir hayli UFO etkinliği görülür. Bunun nedeni, bu noktaların iletişim üsleri haline gelmeleridir ve bizim alınan bilgi ve veriyi elde etmek için, bu yerlere sık sık gitmemiz gerekir. Eğer şimdi yaptığımız gibi, kristal yapıları üretip programlamasaydık; Dünya, bilinç devriminde bu kadar ileri gidemezdi.”
”Dünyanın Yeni Çağ’a geçişine yardımcı olmak için, sürekli olarak dünyaya ışık frekansları akını yönlendirilmektedir. Halen, dünya beşeriyetinin bilinçlerini daha yüksek bir düzeye çıkarmalarına yardımcı olmak için, bu frekanslarla bir hayli bilgi de aktarıyoruz. Dünya bu bilgiyi elektronik enerjilerin vorteks bölgeleri aracılığıyla alıyor ve bu güçleri gezegene ley hatları ve ızgara şeklindeki güç alanları aracılığıyla dağıtıyor. Biz bunları; beşer bilincinin Yeni Çağ’da taleb edeceği yüksek titreşim frekanslarına yavaş yavaş ayarlanması gerektiği için yapıyoruz.”
”Burada bulunuş amacımız, Dünyalılar’ın yüksek bir bilinç geliştirmelerine yardımcı olmaktan başka bir şey değildir ki, bu, bizim türümüzede yardımcı olacaktır.”



SİRİUS’tan X-3’le TEMAS
 
Günümüzde, dünyada binlerce dünya dışı kökenli araştırmacı grup etkin durumda çalışmalarını sürdürmektedir. Esasen bu, evrensel yardımlaşma ve dayanışma yasasının gereğidir. Evrenler, değişik şuur düzeylerinde bulunan varlıklarca meskun durumdadır ve bunlardan gelişmiş / uyanmış durumda olanlar, uyanmakta olanlarında uyanmasına / gelişmesine katkıda bulunmayı vazife bilmektedir. İşte bu doğal durumun gereği olarak; teknolojik ve içsel gelişim düzeyleri bizlerden çok farklı uygarlıkların temsilcileri aramızdadırlar.
Adrian Dvir 1994’den beri, dünya dışı varlıklardan oluşan özel bir grup ile şifa ağırlıklı çalışmalar yapmaktadır. A.Dvir’in, dünya dışı varlıklarla sürdürmekte olduğu bu şifa celseleri çerçevesinde zamanımızdaki medikal yöntemlerle tedavi edilememiş birçok rahatsızlık sadece giderilmekle kalmamış, onların eski yaşamlardaki kökenlerine kadar da inilmiştir. Bundan da ayrı olarak, A.Dvir; evrenin değişik köşelerinden gelen varlıklardan çok çeşitli konularda bilgiler almakta ve bu bilgileri yazılı ve sözlü olarak dünya insanıyla paylaşmakatadır. Dvir’in yazdığı ve birçok dile çrevrilmiş ‘Healing Entities and Aliens’ “Şifacı Varlıklar ve Dünyadışı Yaşamlar” adlı kitabı, bu konuda önemli bilgiler içermektedir.
Kendisini ‘X-3’ olarak tanıtan ve “Sirius” kökenli olduğunu söyleyen bir varlığın; şifacı medyom “Adrian Dvir’le olan görüşmeleri:
ADRIAN(A): Gerçekten Sirius’dan mı geliyorsunuz?
X-3: Evet, bir uzay gemisiyle.
A: Uzmanlık alanınız nedir?
X-3: Başta böbrekler olmak üzere, tüm iç organlar uzmanlık alanım içindedir. Şu anda bir denetleme görevi olarak dünyanızda bulunuyorum. Buradaki tıp grubumuzun çalışmalarını denetlemek ve böbrek rahatsızlıklarının giderilmesi konusundaki sorunlarında danışmanlık yapmak üzere burada bulunuyorum.
A: Bilgisayarımdaki metni şu anda okuyor musunuz?
X-3: Hayır. Sizin dilinizi bilmiyorum. Sizin düşüncelerinizi alıyorum, arada bir başka varlık da onları benim için çeviriyor.
A: Siz kaç yaşındasınız?
X-3: Sizin sayı sisteminize göre 458 yaşımdayım.
A: Daha ne kadar yaşayabileceğinizi umuyorsunuz?
X-3: 1000 (bin) yıldan fazla yaşayabileceğimi sanıyorum. Sirius’ta kimileri 2000 yıl kadar yaşar.
A: Sizde de yeniden doğum var mı?
X-3: Tam olarak sizin dünyanızda olduğu gibi değil. Biz birikimimizi yaşamdan yaşama daha farklı bir şekilde aktarırız. Sizin tekrar doğuşlarınız gibidir ama biraz farklı.
A: Nasıl bir dış görünüşe sahipsiniz.
X-3: Dış görünüş olarak dünyalılara kabaca benzediğimizi söyleyebilirim; baş, gövde, kollar ve bacaklar. Bununla birlikte, iç yapımız oldukça farklıdır: İç oganlarımız sizinkilerden farklı bir şekilde organize edilmiştir. Metabolizmamız ve lenfatik sistemlerimiz çok farklıdır ve enfeksiyonlara karşı daha az maruz durumdayız. Bizim bedenlerimizin daha steril olduklarını söyleyebilirim. Bizim bedenlerimiz; sizinkiler gibi, mikroplar ve bakterilerle oluşan erezyona açık değildir. Bizim bedenlerimize bu nitelik, genetik mühendisliği dediğiniz bilim ile kazandırılmıştır. Çevre temizliğimiz de en üst düzeydedir. Çevremiz tam olarak sterildir. Burada dünyanızda ise; çevre, biyolojik olarak kirletilmiş durumdadır. Bu nedenle, dünyanıza geldiğimiz zamanlarda çok dikkatli olmamız gerekir. Üzerimizde, bedenimizi enfeksiyondan ve her tür kirlilikten koruyan, tek parçalı, esnek ve hafif bir malzemeden yapılmış, ‘uzay elbisesi’ diyebileceğiniz steril bir giysi bulunmaktadır.
X-3: Benim ‘gezegenim’ son derece güzel ve gerek bilimsel gerekse ruhsal yönden hayli ileri durumdadır. Biz doğa ile uyum halinde yaşarız. Sentetik malzemeden çok, doğal malzeme kullanırız; çünkü, sentetik olanlar çevreyi çok kirletir. Biz hepimiz, bir tek vücut gibiyizdir.
A: Sirius’ta nüfus ne kadardır?
X-3: 8-10 milyon kadar.
A: Hepsi bu mu, dünya ile karşılaştırıldığında çok az.
X-3: Evet. Sirius daha küçüktür ve nüfus artış oranı da çok yavaştır. Eğer bir ailenin iki çocuğu varsa, bu çok olarak kabul edilir. Sirius dış etkilere kısmen de olsa kapalıdır. Başka gezegenlerden hemen hemen hiç göçmen gelmez. Bu nedenle, nüfus oldukça homojendir. Ayrıca, hiç bir hastalık da yoktur.
A: Sirius’ta ömür beklentisi ne kadardır?
X-3: Dünya yılıyla, 600 ve 900 yaşında pekçok Siriuslu vardır. Dünyadaki insan ömrü, evrenin bu köşesinde en kısa ömürlerden biri olduğunu söyleyebilirim. Bu konuda dünyaya benzer bir gezegen daha vardır. Oradaki zeki varlıklar da dünyalılara benzer.
A: Sirius halkı tekrardan doğar mı?
X-3: Evet. Ölümden sonra, bedenleri özel bölmelerde saklama geleneğimiz vardır. Ruh ise tekrardan başka bir dünyada bedenlenir. Sirius halkı, güçlü ruh enerjileriyle tanınmış varlıklardır.
A: Buradaki dünya dışı kökenli tıp delegasyonu ile ilginiz / bağlantınız nasıl oluştu?
X-3: Tüm gezegenlerde bir duyuru yayımlandı. Bu duyuruda, tıp delegasyonları için doktorlara gereksinim duyulduğu belirtiliyordu. Başvurduktan sonra, tıp delegasyonunca kabul edildim. Bu vesileyle zaman zaman bizim gezegenin dışına yolculuklarım oluyor.
A: Sizin uzay aracından sözeder misiniz?
X-3: Temelde, üç boyda uzay aracımız var. En büyük boyda olanları dev gibi bir hangara ya da depoya benzer. Bunun içinde, uluslararası haberleşme merkezi başta olmak üzere, başkaca işlevleri olan birçok cihaz monte edilmiş durumdadır. Orta büyüklükteki araçlarımız, başka işlevlerinin de yanısıra genellikle hastane olarak kullanılır ve dünyanın atmosferinde konuşlandırılmıştır. Küçük boydakiler ise, esas olarak ulaşım ve nakil işlerinde kullanılır.
A: Sirius’ta ne türden bir hükümet var?
X-3: Eski Roma Senatosu gibi bir hükümet; yani, bilge insanlardan oluşmuş bir komite. Bu yönetici komitenin üyelerini, Sirius’un en bilge insanları oluşturur. Onların otoritesi; bilgeliklerinden, bilgilerinden oluşur. Demokrasilerde anarşiye kayma eğilimi her zaman vardır ama bilge insanlardan oluşmuş bir birlik daha stabildir. Sirius’ta savaşlar olmadığından, yönetici komite daha latif konularla meşguldur; toplumun refahı, arkeolojik kazılar, ekolojik konular ve çeşitli gezegen araştırmaları gibi...
A: Sizin çeşitli uygarlıklarla ilgili deneyimlerinize dayanarak; bir uygarlık ne kadar gelişmişse, savaşma olasılığı o kadar az mıdır?
X-3: Dünyanızdaki ırkların ve ulusların çok oluşu sürtüşmenin bir nedenidir. Homojenitenin olmayışının yanısıra, dünyalıların doğalarında savaşa doğru ayrıca bir meyil var. Öyle görünüyorki önümüzdeki 8 yıl içinde, dünya insanının yaşama bakışında büyük değişim olacak, ondan sonra gezegeninize dünya dışılılar tarafından kitlesel inişler olacak
A: Neden şimdi açıkça görünmüyorsunuz?
X-3: Konsülümüzden aldığımız talimat doğrultusunda hareket etmek durumundayız. Buna göre, dünyalılara ayan beyan görünmemiz için zaman şimdilik erken.
A: Evrende tek başımıza olmadığımız fikrinin zihinlerde yaygınlaşması savaşların azalmasını beraberinde getirmez miydi?
X-3: Evet, ama o zaman da dünyalılar; birbiriyle savaşı bırakıp, dünya dışılılara savaş açardı. Zamanı gelince, dünya dışı kökenli varlıklar, kitleler halinde inişe geçmeden önce, dünyalıları psikolojik olarak sakinleştirici telepatik yayında bulunacaklar.
A: Sizler de bizimle aynı aminoasidleri mi taşıyorsunuz?
X-3: Hayır.
A: Ya DNA’larınız, bizimkilere benzer mi?
X-3: Hayır. Bazılarımızınki 6, bazılarımızınki 12 sarmallıdır. Benzerlikler vardır ama önemli ayrılıklar da bulunmaktadır.
A: Dünyalıların rahatsızlıklarıyla ilgilenecek doktorlarınız, dünyadaki kliniklerinize gelmeden önce, beşer anatomisiyle ilgili özel kurslardan geçer mi?
X-3: Evet, sizin zamanınızla 4-6 ay süreyle dünya beşerinin anatomisini ve fizyolojisini, ayrıca, dünya dillerini ve kültürlerini inceleriz; hatta gerekirse, toplumların tarihlerini bile...
A: Bu kurslarda verilen bilgileri nasıl derlediniz.
X-3: Her araştırma grubunun bulguları belli bir merkezde toplanır ve biz bu yolla sürekli olarak veri tabanımızı genişletiriz.
Dünya tarihi boyunca, pek çok araştırma timlerimiz tarafından, gezegeninizin çeşitli yörelerindeki dünyalılar incelenmiştir. Dünya bedenindeki genetik değişikliklerin bir çoğundan da Sirius’lu araştırma timleri sorumludur.
A: Şimdiye kadar niçin sadece belirli dünyalılarla bağlantı kurdunuz ve niçin onlarla?
X-3: Bu, kitleler halinde inişimiz öncesine, ön etkinliklerdir. Bunlar durumları bu iş için elverişli dünyalılardır. Dünyaya kitleler halinde inişimiz sırasında bu dünyalı kardeşlerimiz sanki ‘köprübaşı’ işlevi görecekler.
A: Can (soul), başka bedenlere enkarne olan ve onlarla simbiyoz bir yaşam deneyimleyen bir yaşam formu mudur?
X-3: Hemen hemen öyle sayılabilir. Can ya da ruh, farklı bir varlık düzeyindeki eski bir yaşam formudur. Sadece ruhların yaşadıkları; bir bakıma spiritüel okul durumunda olan gezegenler vardır. Kuşkusuz, dünya dışı varlıklar da can sahibidir. Sirius halkı ölüm denen geçişten sonra, ışığın kaynağına dönerler.
A: Nükleer araştırmalar ve ekolojik etüdler gibi konular hakında biraz daha bilgi verebilir misiniz?
X-3: Dünyalıların nükleer silahlarını incelemekete olan araştırma gruplarımız var. Ayrıca, Dünyanın ekolojik sorunlarıyla ilgili arkadaşlarımız gerekli kısmi yardımlarda da bulunmaktalar..






DİĞER BOYUT VARLIKLARIYLA İŞBİRLİĞİ
Kendi kendilerini üreten kompleks biyolojik sistemlerden oluşan yaşam, evrenlerboyu en hayret verici olgudur. Yaşamın yanısıra, daha da hayret verici olan, şuurun ortaya çıkmış ve bunun gelişiyor olmasıdır. Ayrıca bu, bir kez de olmuş değil, pek çok kez yinelenmiş durumda. Bu yinelenme günümüzde de sürüp gidiyor ve bilgilerimize göre, ebediyen de süreceğe benziyor. Yaşam ve şuur, bu iki şahane olgudan dolayı Yaradan’a şükretmemek elde değil...
Sözkonusu şuur alanları içinde kendi kendine üreyen yeni yeni yaşam formları oluşmayı sürdürüyor ve zeki yaşam çok farklı madde tiplerinden geçerek gelişimini sürdürüyor. Kuşkusuz, bunların pek çoğu bizce bilinmiyor; bilmediklerimiz, bildiklerimizden çok fazla. Diğer gelişmiş yaşam formlarıda, aynen bizim yaptığımız gibi, kendilerinden başka varolan diğer yaşam formlarını keşfetmekteler.

Zaten bu amaçla, yıldızlararası uzaklıkları katederek, diğer gezegenlere gittikleri gibi, dünyamıza da gelmekteler. Işık hızının ötesinde gerçekleşen bu gidiş gelişlerin; şuurun genişlemesine, uygarlıkların ilerlemesine de katkısı olmaktadır. “Varlık varlığın gelişim aracıdır...” ifadesinde anlam bulan bu etkileşim şüphesiz kainatın her yerinde varolan ve olmakta olan yaşam formları için geçerlidir. Bu durum, Bir ve Tek olan Bütün’e hizmetten başka birşey değildir.
Tekamülde ilerlemiş olmanın dinamik sorumluluğu, bu ilerlemeyi sergilemekte zorluk çekenlere yardım hizmetidir. Bu hizmetin de olmazsa olmaz ilk aşaması, insanın ya da olduğu gibi bir gezegenin sakinlerini derinlemesine gözlemek ve incelemektir. Böyle bir enine boyuna gözlem ve incelemeden sonra, yardımın şekline ve nasılına karar verilir. Ayrıca, gezegenler arası organizasyon(lar)ın da olurunu almak şarttır. Sonra, hedef gezegende bu yardım hizmetine en yatkın (o gezegenin yerli halklarından) yardımcılar (aracı varlıklar) seçilir. Bu insanların da rızaları alınarak işbirliği önerilir. Bu, hiç kuşkusuz, büyük bir cehit ve sabır işidir.
Yardım hizmetinin şeklini ve ilk uygulamalarını o gezegenin insanlarının genel özellikleri ve öncelikli ihtiyaçları belirler. Örneğin, dünya gezegeninde olduğu gibi, çeşit çeşit hastalıkların yaygın olduğu (ayrıca da, bunlara zaman zaman yenilerinin eklendiği bir ortamda, oranın insanlarının rahatsızlıklarının ele alınması; yani, genel anlamda şifacılıkla başlanması sözkonusu olabilir ki bunun uygulamalarının örneklerini dünyanın çeşitli yerlerinde görüyoruz.
Kuşkusuz, böyle (gezegenler arası, hatta boyutlar arası) bir işbirliğinin yararı, sadece hedef gezegenin insanlarına yardım götürmekle sınırlı değildir; bu hizmeti götürenlerin de bundan nemalanmaları sözkonusudur: Örneğin, dünya insanına yönelik böyle bir hizmet operasyonunda; dünya dışından gelen zekalar dünya beşerinin biyolojik / psikolojik sistemlerini incelemek ve tanımak fırsatını da bulurlar ki, bu onları mevcut bilgilerine / bilimlerine küçümsenmeyecek bir katkı oluşturur. Bu şekilde evrensel bir ilkenin gereği yerine getirilmiş olur: Varlık, varlığın gelişim aracıdır ve tezahüratın tüm birimleri birbirini geliştirmek için vardır.

Şimdi, yukarıda açıklamaya çalıştığımız bağlamda hizmet vermeye çalışanlardan biri olan İsrail’li Adrian Dvir’in, 1994’den beri dünyadışı zekalarla / varlıklarla gerçekleştirdiği işbirliğiyle ilgili bazı bilgiler sunalım
Adrian Dvir 1994’den beri, dünya dışı varlıklardan oluşan özel bir grup ile şifa ağırlıklı çalışmalar yapmaktadır. A.Dvir’in, dünya dışı varlıklarla sürdürmekte olduğu bu şifa celseleri çerçevesinde zamanımızdaki medikal yöntemlerle tedavi edilememiş birçok rahatsızlık sadece giderilmekle kalmamış, onların eski yaşamlardaki kökenlerine kadar da inilmiştir. Bundan da ayrı olarak, A.Dvir; galaksimizin değişik köşelerinden (ve hatta başka galaksilerdeki gezegenlerden gelen varlıklardan çok çeşitli konularda bilgiler almakta ve bu bilgileri yazılı ve sözlü olarak dünya insanıyla paylaşmakatadır. Dvir’in yazdığı ve birçok dile çrevrilmiş ‘Healing Entities and Aliens’ “Şifacı Varlıklar ve Dünyadışı Yaşamlar” adlı kitabı, bu konuda önemli bilgiler içermektedir.
Günümüzde, dünyada binlerce dünya dışı kökenli araştırmacı grup etkin durumda çalışmalarını sürdürmektedir.
Esasen bu, evrensel yardımlaşma ve dayanışma yasasının gereğidir. Evrenler, değişik şuur düzeylerinde bulunan varlıklarca meskun durumdadır ve bunlardan gelişmiş / uyanmış durumda olanlar, uyanmakta olanlarında uyanmasına / gelişmesine katkıda bulunmayı vazife bilmektedir. İşte bu doğal durumun gereği olarak; teknolojik ve içsel gelişim düzeyleri bizlerden çok farklı uygarlıkların temsilcileri aramızdadırlar. Bu nedenle, her zaman belirttiğimiz gibi, aslında Ufolojinin görünmeyen yanı görünen yanından çok daha büyük ve evren kapsamlıdır.
Şimdi bu yazımızın asıl konusu olan A.Dvir’le işbirliği halinde bulunan dünya dışı varlıklara tekrar dönecek olursak; aktarılan bilgilere göre, Dvir’le temasta olanlar, çoğunluğunu 54 gezegenlik bir tür konfederasyondan oluşan evrensel bir birliğe mensup gezegenlerin varlıkları oluşturmaktadır. Bu varlıklar, A. Dvir’in medyomluğu aracılığıyla, dünyalıların dünyada tedavisi mümkün olmayan rahatsızlıklarının ve hastalıklarının giderilmesine vesile olmaktadırlar. Bu iyileştirmeler ve hata (kansız) ameliyatlar aynı zamanda onların araştırma tezlerinin konusunu oluşturmaktadır. Bu şekilde dünya insanını daha iyi tanıma fırsatı bulduklarını ve bu sayede de bizlere daha çok yardım etme şansını yakalayabildiklerini söylemektedirler. Onların bu araştırma ve yardımları hiç kuşkusuz dünya gezegeniyle sınırlı olmayıp, başka gezegenlerdeki yaşam formlarını da kapsamaktadır.
Şimdiye kadar A.Dvir’le işbirliği halinde bu varlıkların sergiledikleri en belirgin tavır; gerek medyoma, gerekse hastalara karşı (özelikle de onların seçme özgürlüklerine) saygılı olmaları şeklinde belirginleşmiştir.
UZAYIN DERİNLİKLERİNDE DEV BİR YAPI VE TÜNELLER AĞI...

1994 yılından beri dünya dışı varlıklarla işbirliği halinde, ağırlıklı olarak şifa çalışmalarını sürdürmakte olan Adrin DVIR zaman zaman (5.ci ve daha yukarı boyutlara mensup) bu varlıklardan, onların ve evrenin, hatta dünyanın genel durumuyla ilgili bilgiler de almaktadır. Bu bilgileri, dünyanın birçok yerinde katıldığı uluslararası kongrelerde, seminerlerde, tv programlarında ve şifa çalışmalarında insanlarla paylaşmaktadır. A.Dvir’in genellikle bigisayar aracılığıyla iletişim kurarak bu bilgileri almaktadır.
Farklı boyutlardan varlıkların tedavi edildikleri belirtilen sözkonusu (başlıkta anlamını bulan dev yapı) dünya dışı varlıkların verdikleri bilgilere göre, uzayın derinliklerinde denilecek kadar dünyadan uzakta ve piramit biçimindedir. Boşlukta asılı olarak durduğu belirtilen bu yapı, hem hastane hem de tıbbi çalışmaların / araştırmaların yapıldığı bir merkez durumundadır. Bu piramit şeklindeki yapı; içinde toplanan bilgi birikimine paralel olarak kendisi de giderek kusursuzlaşmaktadır. Hatta bu durumda onun bir canlı olduğu (yani, ruhsal bir tesirlilik altında bulunduğu) söylenebilir.
Bu premidal yapıya evrenin çeşitli yerlerinden (hatta dünyadan da) ‘tüneller’ ulaşır. Verilen bilgilere göre; bu ‘tüneller’in içinde, yol boyunca ve bir uçtan ötekine, ‘sıfır kütle girişim’ sözkonusudur. Bunan dolayı da; bu tünellerden herhangi birinin bir ucuna kadar gelen bir varlık (ya da herhangi birşey) merkez tarafından (yani, piramidal yapının bulunduğu mekan tarafından) hemen hemen sınırsız bir hızla çekiliverir. Bu tüneller ‘kara delikler’den (onların çok güçlü gravitasyonel etkisine kapılıp, yakalanmaması için) olabildiğince onlardan uzak bölgelerden geçirilir. Bu tüneller, aynı zamanda, evrenlerin ve boyutların çeşitli yerlerindeki ‘dünya dışı klinikler’i de sözkonusu piramidal dev yapıya bağlar. Bu kliniklere başvuran hastalardan alınan değişik kan ve doku örnekleri, gerektiğinde anında merkez kliniğe aktarılır. Gereksinim duyulan malzeme de; merkezden alınarak, dünya dışı kliniklere (ki bunlara dünyadakiler de dahildir) aktarılır.
Bu ‘tüneller’in dünyaya doğru uzananlarından hemen hemen en büyüğü (izdüşümü) İran Körfezinin üzerlerinde bir noktada bulunmaktadır. Bu tünelin öteki ucunun Sirius’ta olduğu söyleniyor. Onun girişini bulmak için atmosfer dışına çıkmak gerek. Bu oldukça geniş bir tünel olup (hemen hemen Avustralya Kıtası kadar), gerektiğinde ana gemiler bile bu tüneli kullanır. Ana gemi, o bilinen cüssesiyle, tünelin ağzına gelir gelmez, bir anda kendisini öteki uçta buluverir. Bu ‘tünel’in oluşturuluş zamanı, ‘54’lü konsülün oluşturulmasıyla hemen hemen eşzamanlıdır. Bu “54 uygarlığın” temsilcileri aralarında konsülü oluşturup, bu konuda irade beyanında bulunduktan sonra, dünyaya doğru bir ‘tünel’ de inşa edilmişti. Tünelin oluşturulması (dünya yılıyla) yaklaşık olarak 5 milyar yıl öncelerine rastlar ki o zamanlar dünya gezegeni henüz meskün değildi. 54’lü Konsül, dünyada oluşacak uygarlığa göz-kulak olma görevini ve sorumluluğunu daha o zamanlar elealmıştı. İşte o zamanlardan beri, sözkonusu uzay tüneli ve onun dünyaya bakan ucundaki ‘yıldız kapısı’ işlevini sürdürmektedir. Ama son 5000 (beşbin) yıldan beri, bu ‘yıldız kapısı’ ve tünelin kullanımı olabildiğince azaltılmış ve en az düzeye indirgenmiştir. Çünkü, ‘tünel’ aktif durumdayken, dünya üzerindeki sıradışı etkinlikler algılanabilmektedir.
Şimdiki (dünya üzerinde bulunan) ET-klinik etkinliklerini bugünlere hazırlama çalışmalarında da bu ‘tünel’ çok kullanılmıştır. Meteor yağmuru olduğu zamanlarda, meteor taşlarının bir kısmı bu ‘tünel’ tarafıdan yutularak, dünyaya düşmeleri önlenmektedir. ‘Yıldız Kapısı’, çalışması için gerekli enerjiyi kendisi üretir ve bu enerji üretimi ebediyen sürecek işlevselliğe sahiptir
‘Uzay Tünelleri Ağı’na açılan daha küçük bir ‘kapı’, daha çok Firavunlar Dönemi’nde aktifti ve onun öteki ucu her tarafı çöllerle kaplı bir gezegene açılıyordu. Girişi, toprağın biraz üzerinde olan bu tünelin genişliği, orta büyüklükte 15 apartman büyüklüğündeydi. Onun öbür ucu, yukarıda belirtildiği gibi, üzerinde kum ve tozdan başka birşey olmayan bir gezegendeydi. Her ‘Yıldız Kapısı’, o ‘kapı’yı inşa eden / oluşturan gezegene (ya da uygarlığa) aitti. Bunlardan başka, irili ufaklı başka ‘tünel ağızları’ (ya da ‘Yıldız Kapıları’) da vardır: Bunlardan biri Teksas’ta, ötekisi Nevada Çölü’nde, bir başkası da Niagara Şelaleleri yakınındadır. Ayrıca, Meksika’da (başkent Mexico City’nin yakınlarında) iki ‘tünel’ girişi daha bulunmaktadır. Bir tane Güney Amerika’da , bir tane de Danimarka’nın kuzeyinde denizin dibinde bulunmaktadır. Almanya’nın bulunduğu toprakların üzerinde de, minik denebilecek ‘kapılar’ bulunmaktadır.
“GÖZLEMCİ”
26 Nisan 1997’de Adrian şifa çalışmalarından birini sürdürürken, birlikte çalıştığı öteki dünya dışı varlıkların arasında, o zamana kadar hiç görmediği bir varlığın mevcudiyetini hissederek, kim olduğunu sorduğu zaman, varlık kendisinin bir ‘gözlemci’ olduğunu söylemişti.
Adrian (A): Nerelisiniz?
Gözlemci (G): Andromeda.
A: Buradaki rolünüz nedir?
G: Buradaki tıbbi grupların nasıl çalıştıklarını görmeye geldim. Bu tıbbi grupları gönderen / görevlendiren merkezleri temsil ediyorum.
(‘Gözlemci’nin dış görünüşü, bir dünyalıdan çok farklı değildi. Tıknaz, dazlak kafalı, kahverengi pelerinli; boynunda, ucunda iri bir kristal kolyesi olan bir erkekti.)
A: O kristali niçin takıyorsunuz?
G: O iletişim amaçlı bir kristal, daha doğrusu, bir tür bilgisayardır. Sizin çiplerinize benzer minik bir bilgisayar vardır onun içinde.
A: Dünya üzerinde araştırma yürütmekte olan (dünya dışı kökenli) varlıklar birbirinden bağımsız ve kendi iradeleri doğrultusunda mı geliyorlar, yoksa merkezi bir organizasyon mu sözkonusu?
G: Organize olarak geliyorlar.
A: Bunlar dünyaya gelmeden önce, bizlerle nasıl iletişim ve etkileşim kuracakları konusunda bilgilendiriliyor mu?
G: Evet, bu konuda hepsinin genel bir bilgisi vardır. Ama yine de her araştırma grubu, kendi çalışmalarında ötekilerden bağımsızdır ve liderlerinden yönlendirme alırlar. Dünya üzerinde değişik araştırmalar yapmakta ve dünyayı ve dünyalıları etüd etmekte olan 12.000 farklı araştırma grubu bulunmaktadır.
A: O halde, dünya üzerinde aktif durumda pek çok dünya dış kökenli varlık bulunmakta.
G: Evet, bugünlerdeki (1997 itibariyle) istatistiklere göre; her dört dünyalıya bir dünyadışı araştırmacı düşmektedir.
A: Çok büyük bir rakam bu.
G: Evet, az değil...
A: Her ne zaman, üzerinde yaşam barındıran bir gezegen keşfedilse; onun yüzeyine hemen araştırma / inceleme grupları mı indirilir?
G: Evet, genellikle olan budur. Araştırmaya, keşfetmeye değer pek çok ilgi alanı her zaman vardır. Dünya gezegeni bu bakımdan çok zengin. Dünyanızda hemen hemen her türden konuyu ele almış, incelemekte olan pekçok araştırmacı (dünyadışı kökenli, çeşitli uygarlıklara mensup) grup etkinlik halindedir. Bu incelemeler ve gözlemler; hem onları öğrenmek, hem de daha iyi hale getirmeye yöneliktir.
A: Öyle görünüyor ki, dünya bu haliyle, dünyadışı uygarlıklar için sanki büyük bir antropoloji laboratuarı...
G: Haklısın, dünya gerçekten de dünya dışılılar için öyle...
A: Siz nerelisiniz?
G: Benim adım ‘Menachem’dir ve ‘Exozius’ adlı bir gezegenden geliyorum. ‘Exozius’, dört güneşli bir sistemde bulunan bir gezegendir. Güneşlerimizden ikisi kızıl, küçük ve karanlıktır.
A: İki güneşli sistemler (binary solar systems) işitmiştim ama, dört güneşlisini şimdi ilk kez sizden işitiyorum. Bunlar uzayda nasıl hereket ediyorlar?
G: Eliptik yörüngelerde hareket ederler. Bizim güneş sistemimiz, buradan birkaç milyar ışık yılı uzakta farklı bir galaksidedir ve sizin teleskopların algılama alanı dışındadır. (devam edecek)